Günümüzün -tüm karakteriyle kaba softa- entelijansı, yozlaşma ve soysuzlaşma bataklığına saplanmış durumdadır. Bilhassa Ortaçağ İslam entelektüeliyle mukayese macerasına atılırsak, bulandığımız bu kültür hezimeti daha berrak şekilde ortaya çıkar.
Ortaçağ İslam entelektüelinde kültür, kalite üzerine inşa edilmiş; sanat ve sanatkârlık meziyeti de inşa edilen kültür yapısına uygulanan estetik bir dokunuş mahiyetine bürünmüştür. Yani sanat(bir nevi kalite), tek başına kuru ve ritimsiz olan kültüre; biçimlendirici bir ahenk, hareketlendirici bir zevk ve tüm bu niteliklerin menşeinde bütünleştirici bir intizam ilave etmiştir. Gerçek sanatkârın çürük taklitçiliğe karşı aşağılayıcı tutumu, entelektüel oluşuma ivme kazandırmış, orijinalliğin ötesine geçmeyen -tam kıvamında- bir etkileşim yeteneği bahşetmiştir. Kültürde dezenfekte işlevi gören bu hassas tavır, görsel sanatlardan dokunsal sanatlara ve fennî ilimlerden sosyal ilimlere kadar bütün irfan çemberinde misyonunu tamamlamıştır.
Modern Türk entelektüeli (daha doğrusu bu sıfata layık(!) görülenler) ise, Orta Çağ İslam entelektüelinin aksine temel planda aksamış, zifiri karanlıktan aydınlık doğurma çabasına girişmiştir. Batı kültürüyle platonik bir aşk serüvenine atılmış, ana temasını kavrayamadığı oryantalizmle flörtleşme cesaretini gösterecek kadar zayıf düşmüştür.
Mesele aslında şudur:
“İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım,’ demeye başladı; Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”
Böyle der Cemil Meriç…
Ve çağdaş Türk entelektüeli, ruhuna fısıldanan bu tesiri boynuna asılmış bir şeref madalyonu addeder…
Oysaki yaptığı hata açıktır:
Türk münevveri, fikrî kültürün mihenk taşları olan birey, toplum ve ideoloji cevherlerini; birbiriyle ilintili bir iç hesaplaşma yerine tek tek ve birbirinden bağımsız çerçevede muhasebe eder. Vakıf olması gerektiği bu üç ana unsurun senkronizasyonunu sağlıklı yürütemez.
Ne ferdiyet şuurunu bünyesinde yeşerdiği cemiyette yoğurabilmiştir ne de sivrilmesi gereken ferdiyet vasfını cemiyetin tekdüzeliğinden sıyırabilmiştir. Kafatasına çivilediği ideolojiyi, taharet almasını bilmeyen cesetlerin necaset dolu fikirleri üzerinden biçimlendirmiştir.
Çarpık batılılaşmanın tezahürüyle çöküntü bir ferdiyet makamına ulaşmış, fakat bu bulanıklığı berrak bir yerliliğe tercih etmiştir.
Toplum için var olduğu iddia edip, kendisini her zaman “cemiyet üstü’’ olarak tarif etmiştir. Şahsı, moda tabirle, “beyaz’’dır. Lakin kördür. Beyazlığındaki rahatsız edici kırık tonun, Batı’nın necis “siyah”ından bile iğrenç göründüğünü idrak edemez! Neticede Batı siyahtır. Tonunda sapma yoktur, saftır.
Hülasa, Türk entelektüeli, kibirli ve bir o kadar da -kabul etmediği- mahzunlaşmış fert kimliği ışığında, toplumu ve toplum içerisindeki rolünü ıska geçmiştir.
Istırabına düştüğü ideoloji, istikametini şaşırmıştır.
Fikir pusulası bozuktur.
Zirve yaftasıyla parlattığı soluk düşünce, bâtında bütün zehriyle ayaklar altındadır.
Doğruyu uzaklardaki pespayeler diyarında ararken, şah damarından pompalanan temiz hakikate burun kıvırmıştır.
İşte, çağdaş Türk aydını, kadrajdaki tüm müsveddeliğiyle budur…