Bugünlerde bütün mahyalar ‘elveda’ diyor. İlkbahar misali gelip ruhlarımızı donatan Ramazan, güneşin doğup batışındaki sırra uyarak çekiliyor. Gönlümüzde, aklımızda, yüzümüzde derin izlerini bırakarak, kalıbın alçıdan ayrılması gibi gidiyor.

* * *

Kıymeti bakımından dakikaları gün, saatleri ay, günleri yıl hükmündeki Ramazan, yine gönülleri yıkayıp geçti… Her Müslüman Ramazan’ın doğal talebesi olduğu için oruçlar tutuldu.

Oruç, Kur’an, namaz, dua, zikir, sabır, sükût, tefekkür, yardımlaşma, paylaşma ve şükür ile bir ay tamamlanıyor, asırlardır süregeldiği gibi…

* * *

Ramazan’ın insanı sarıp sarmalayan manevi iklimini küçük yaşlardan bu yana hissediyoruz. Ancak bizden önceki Ramazan günleri, sadece Müslümanları değil; gayr-i Müslimleri de ilahi güzelliğine, büyük coşkusuna çekip katmış. Aradan yüzyıllar geçmiş olsa da ‘yabancıların’ Ramazan notları, bugün de canlılığını koruyor.

Ramazan’ın bereketini anlatan romantik şair Gerrard de Narval mesela…

“Arkadaşım Beyoğlu’ndaki evine döndü, ben ise hayran kaldığım İstanbul’un tadına iyice varmak için Dervişler Tekkesi’ne gezinmeye gittim. Uzak kıyıların girinti ve çıkıntılarını ortaya çıkaran ağartı gecikmedi. Tophane rıhtımı üzerinden o esnada sahurun sona erdiğini belirten ‘top sesi’ gürledi. Bir anda küçük küçük minarelerden ‘Allah-û Ekber, Allah-û Ekber’ diyen hüzünlü bir ses yükseldi. Kendimi garip bir duyguya kaptırmaya mani olamadım” itirafıyla özetlemiş bir İstanbul Ramazan’ını…

İnsan ömrünün bereketi kaç Ramazan gördüğü ile ölçülür. Bütün Ramazanları göremesek de bizden öncekileri, görenlerden öğreniyoruz. Kanuni Sultan Süleyman Han döneminin Avusturya elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq “Ramazan’da Türkler’in dini hassasiyetleri artıyor. Haram konusunda daha hassas davranıyorlar. Hatta değil şarap içmek, kokusundan bile uzak durmaya çalışıyor; aksini yapana da kötü ve ahlâksız gözüyle bakıyorlar” diye hatıralarına not düşmüş.

Bir başka diplomat Stephan Gerlach da 1573’teki Ramazan mevsimini anlatırken; akşam saatlerinde yakılan kandillerin minareler çevresinde taç gibi dolandığını, İstanbul’un normalden farklı olarak ışıl ışıl aydınlandığını gözlemlemiş. “Evlerin kapıları açık olur, sokaklara çeşit çeşit yemek kokuları yayılır. Tanıdık tanımadık herkes o sinilerin etrafına oturur. Dilenciler de yollara dökülerek evden eve dolaşırlar” diye anlatmış.

‘Sultanlar Kentine Yolculuk’ kitabının yazarı Salomon Schweigger de ‘Minarelerdeki şerefelere bir ip yardımı ile asılan tahta fenerler’ şeklinde tanımladığı mahyalardan çok etkilendiğini kayıt etmiş, Osmanlı İmparatorluğu’na Ramazan’da ‘bereket’ geldiğini kaleme almış, kıraathanelerdeki meddahların peygamberlerin kıssalarını anlattığını, gölge oyunu Karagöz ve Hacivat’ı hayranlıkla izlediğini yazmış.

Artık ne Osmanlılar ne de onlardan etkilenmiş Batı entelektüelleri kaldı. Sabahın ilk saatleri gibi tenha şimdiki Ramazanlar… Cemaat hâlinde namaz kılınan, toplu halde niyaz edilen, kitle hâlinde heyecan duyulan, İstanbulluları hep birden sevince boğan Ramazan, eskilerde mi kaldı? Mahyalardaki “elveda” kelimesi, giden eski ihtişamlı günleri mi yoksa gitmek üzere olan garip kalmış Ramazan’ı mı anlatıyor acaba?