Mescid-i Aksa’nın kapılarının kapatılması sebebiyle Kudüs’te başlayan gösteriler anbean dünyanın dört bir yanında canlı olarak yayımlandı. Bunun üzerine İslam dünyası ayağa kalktı ve İsrail’e saldırmaya çağıran kızgın sesler yükselmeye başladı.

Aynı şekilde 1956 yılında Mısır’da Süveyş Kanalı kamulaştırıldığında da İslam dünyasında tepkiler zirveye ulaşmıştı. Ben coşmuş duygularla değil sakin bir düşünceyle olup biteni anlamaya ve olayları takip etmeye çalışıyordum. Bazı arkadaşlarım İslam ümmetinin yaşadığı önemli olaylar karşısında pasif kaldığım yönünde görüş beyan ettiler. Ben de onlara demiştim ki:

Duygusal tepkiler bizi Allah’ın toplumlar için vazetmiş olduğu yasalardan (sünnetullah) uzaklaştırmamalı. Bu olaylar teenni ile analiz edilmelidir. Heyecana kapılıp reaksiyoner tavırlar ortaya koymamalıyız. Yine onlara demiştim ki; tenha bir yerde İslam’ın ve enbiyanın getirmiş olduğu ilkeleri âfak ve enfüs âyetleri (iç ve dış dünyamızdaki gerçekler) çerçevesinde keşfetme çabası içindeki bir şahıs, bütün dünya gibi bizim de tekrar edip durduğumuz üzücü olaylarla meşgul olmaktan çok daha önemli bir misyon üstlenmiş demektir.

Nitekim ilim adamları da bu tavrı benimser. Mesela, Rus asıllı davranışsal psikoloji bilgini Pavlov’un doğal uyaranlar yerine yapay uyaranların etkili olup olmayacağını hayvanlar üzerinde denediği sırada süren savaş nedeniyle bir yardımcısı laboratuvara geç gelmiş. Niye geciktiğini sorduğunda adam cepheden önemli bir haber aldığını, bu yüzden geciktiğini söylemiş. Pavlov ona şu cevabı vermiş:

“Bizim şu anda yaptığımızdan daha önemli bir mesele mi var?” Yani, şunu demek istiyordu: Biz insanın davranışını belirleyen etkenleri araştırıyoruz. Şayet biz insan davranışlarının yasasını keşfedersek, işte o zaman bu bilgiyi kullanarak insanoğlunun yapısında var olan savaşmaya/öldürmeye eğilimli vasfını dilediğimiz gibi yönlendirebiliriz!

Aynı şekilde Fransız asıllı Pastör laboratuvarında fermantasyonun yasasını ve mikroorganizmaların nasıl yer değiştirdiğini keşfetmeye çalışıyordu. Çünkü etrafında kuduz ve çiçek hastalıklarından kırılan insanları görüyordu. O da (devam eden savaş yüzünden) laboratuvarını terk etmeyip insanları tedavi etme azmini sürdürdü. İşinde sebat etti ve sonunda tüm dünyanın kuduz ve çiçek hastalıklarından kurtulmasına vesile oldu.

Pek kıymetli okur kardeşim, değişimi başkalarında aramayacağız. Değişimi bizzat kendimizde başlatmalıyız. Evet, değişim öncelikle bende ve sende başlamalıdır. Çünkü sünnetullah böyledir, Allah’ın beşer topluluklarına koyduğu yasa budur. Keşfetmekte ve yasasına uygun davranmakta zorlandığımız mesele işte budur.

Bazı okuyucuların bana öncelikleri anlayamadığımı düşünerek müşfik bakışlar yönelttiğini görür gibiyim. Sanki şöyle diyorlar: Biz Filistin davasıyla, İslam’ın kalbi Kudüs ile meşgulüz. Mescid-i Aksa kuşatma altında, düşman acımasız, en küçük nefrete katbekat büyüğüyle karşılık veriyor, taşa füzeyle cevap veriyor, mukaddesatımızı kirletiyor, bizi yerimizden yurdumuzdan sürüyor! Sen de kalkmış ne biçim düşünüyorsun öyle? Doğruluktan/dürüstlükten, kutsal cihattan, en kutsal bir mekândaki savaştan uzak duruyorsun!

Evet kardeşim, yerden göğe kadar hakkın var. Ancak ben problemi başka bir açıdan ve başka bir hareket noktasından ele alıp üzerinde düşünmeyi tercih ediyorum. Daha önce birçok kez olduğu gibi tüm dünyayı kurtardığımız varsayalım. Sonra ne yapacağız? Problem bizden kaynaklanıyor. Asıl büyük engel düşmanın yok edilmesi değildir:

“(Fakat İsrailoğulları:) “Biz, sen gelmeden önce de çok eziyet çektik, geldikten sonra da!” dediler. (Musa cevaben): “Belki de, Rabbiniz düşmanınızı yok edip yeryüzüne sizi varis kılacak: Ve sonra sizin nasıl (ve neler) yaptığınıza bakacak!…” (A’râf 7:129).

Sorun bizdedir. İsrailliler, hilafet kurumu yıkıldıktan ve İslam dünyası çözüldükten sonra Filistin’de güçlenebildiler. Bugün de Mescid-i Aksa’yı ele geçirmeye yeltenebiliyorlar, çünkü Müslümanlar birbirlerini öldürmekle ve birbirini boğazlamakla meşgul! İsrail’i Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’da namaz kılanların mahremiyetini çiğnemeye cesaretlendiren şey bizim cahilliğimiz, geri kalmışlığımız ve yaşadığımız kaostur!

Nefret ve kibir dolu ruh yapısı hem bizim hem Amerika’nın hem de İsrail’in ortak problemidir. Esasen bütün bir dünyanın temel problemi karşılıklı nefret ve korkudur. Çünkü insanlık olarak hâlâ müstekbirler ya da müstazaflar toplumu olmaktan çıkamadık! Oysa başka bir toplum modeli daha var: Nebiler toplumu, rahmet toplumu, ezen güçlüler ya da ezilen zayıflar değil eşitler toplumu… Ezilenler toplumu olmaktan çıkıp olayları net bir şekilde anlamaya başladığımızda baskısız toplumu baskı olmadan oluşturabilme imkânı elde edeceğiz.

Bu yaklaşımımı anlayan ve uygulayan bir tek İslam ülkesi bulunmaktadır. Baskı ve zorbalığın olmadığı toplumu inşa edebilirse tüm dünyada zirveyi yakalayacak ve zorbalığın hükümran olmadığı bir dünya kurabilecektir. Bu toplum iyilikte ve en güzel davranışı ortaya koymakta yarışmaktadır…                                                                  

Çeviri: Fethi Güngör