Amerika kıtasının işgalcileri soykırımla yok etmeseydi, bugün o zarif Kızılderili bilgeliğinin sesi daha gür çıkacaktı: “Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak.”
(“Kızılderili” derken özür diliyorum, çünkü bu tabir de kıtanın asıl sahiplerine işgalci göçmenlerin verdiği ötekileştirici sıfattır; kimse kendi kendisine ‘kızıl derili’ demez! Bir de şu; “keşfedilmiş” falan da değildir Amerika kıtası. Kıtayı bulanlar çoktan bulmuştu; kayıp değildi ki Avrupalı muhterisler bulsundu! “Amerikan’ın keşfi” tabirinde işgalci ve üstenci bir dil saklıdır. Batı için yakın yüzyıldaki tüm sömürgeleştirmelerin, soykırımların ve hâlâ süregelen yüzsüz işgallerin ve rafine soykırımların meşruiyet kaynağı bu mütekebbir bakıştır. İşgalciler kendilerini tarihin merkezine koyunca, küstah üstenci bakışlarıyla kendilerini “kâşif”, ötekilerini “keşfedilen” saydı. Hani olmaz ya, Amerika kıtası yerlileri bir gemiyle binip Avrupa’da yaşayanları katletseydi ve ardından “Avrupa’nın keşfi”ni anlatan bir tarih yazsaydı, itiraz etmeyecek miydiniz? Parantezi kapatalım.)
Kızılderili reisinin bu sözünün üzerinden yüz elli yıl geçmiş. Ne var ki, bu kadar uzun süre içinde, “soluk benizliler” paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlamadığı gibi, herkesi paranın yenilebilirliğine inandırdı gibi.
Paranın tarifiyle başlayalım dersimize. Para dediğimiz şey, ‘toprak’ ‘su’ ‘ekmek’ gibi değerlerin elde ele dolaşımında kullanılır. Satın alan para verir; satan para alır. Elde ele dolaşımda belirlenen para miktarı, bir şeyin ‘fiyatı’dır; o şeyin ‘değer’i değildir. Mesela, nefeslendiğimiz havanın fiyatı sıfırdır ama değeri sonsuzdur. Yine feşmekanca ünlü artistin peşine düştüğü lüks bir otomobilin fiyatı astronomiktir ama benim için değeri sıfırdır; o otomobil olmasa da yaşayabilirim.
Fiyata dayalı ekonominin bu ana ilkesinin üzerindedir değerler sistemi. Satın alanın verdiği ve satanın aldığı para ne suyun ne toprağın ne ekmeğin değerini karşılar. Sadece kişiler arasındaki mübadelenin ölçüsü olarak kalır para. Bir şeye talep artarsa, o şeyin isteyenleri çoğalırsa yani, o şeyin fiyatı artar; ama değeri değil. Talep geçici bir psikolojik durumdur; değer ise kalıcıdır. Fiyatlar, yatay düzlemde geçer; bireyler arasında işe yarar; elden ele aktarmaları tartar. Bir insan bir insana bir bardak su verdiğinde, para almayı hak edebilir. Parayı alan da bilir ki, suyu var ettiği için almaz bu parayı; sadece taşıma ücretidir bu. Suyu paketlediği ve bulup getirdiği için hak eder parayı. Parayı veren de içtiği suyu para verdiği için hak ediyor olmadığını bilir; verdiği para suyu kendisine rızık kılmaya yetmez çünkü. Paranın var kılacağı bir şey değildir suyun tek bir damlası ve o damlanın gırtlaktan geçişi, hücrelere kadar ulaşması…
Su, insana indirilir, ekmek insana lûtfedilir, ırmak insana ikram edilir, ağaç insana hediye edilir. Tüm indirmeler, lütfetmeler, ikram etmeler, hediyeler yoktan var edenin işidir, olmazları olduranın takdiridir. Her an, her yerde bu gürültüsüz ve parıltısız dikey alışveriş pazarındayız. Sadece alıyoruz bu pazarda; ‘veren’ olmamız imkânsız. Yukarıdan aşağı indirişler ücretsiz; parasız, karşılıksız.
Bizi bugünlerde fiyatların geçerli olduğu yatay pazarda sıkıştırırlarken, hatırlamamız gereken işte bu ekonomi-üstü dikey pazardır. Bir şeyin fiyatı o şeyin değerini belirlemez. Nimetin değeri hiç yoktan, hiç sebepsiz, hiç hakkını veremeyeceğimiz ve hak etmediğimiz halde bize, indirilişidir.
Dolar, bir şeyleri birilerinin elinden almakta işe yarıyor ama olmayanı var etmeye güç yetiremiyor. Tek bir su damlasını icat edemiyor. Tek bir buğday tanesini olgunlaştıramıyor. Avuç kadar toprak parçasını var kılmaya yetmiyor. Bir lokma ekmeğin gırtlaktan geçmesini sağlamıyor, hücre zarlarına hükmetmiyor, kan dolaşımına karışmıyor.
Dolar yenilen bir şey değil ve bizi yenemez de: “Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak.”