Kadın, “Hiç ayrılmasak, olmaz mı” dedi. Fakat bu oldukça geniş anlamlı bir sözdü ve bir miktar belirsizlik de taşıyordu. “Nasıl ayrılmayalım?” diye düşündü adam, ölüm gerçeğine karşı kim dik durabilir ki?

Daha dudağından ayrılmamış son kelimelerinin yankısı boşlukta yalpalarken; ucuna ikinci cümleyi de iliştirdi kadın: Hiç ayrılmasak, bir yuva kursak?

“Dünyanın geçiciliği sabit, gökyüzü sonsuzluğu ortadayken; ayrılmamak beklentisi tutarsız” diye düşündü adam, gereksiz bir mantık kurgusuyla, dakikanın altmışta birinde…

“Birbirimizden nasıl ayrılacağız” diye düzeltti kadını, sesi titreyerek…

Sözün ağırlığıyla güçsüzleşerek kadın, onu taşıyamadığını hissedip, acı rüzgârların çektiği yöne doğru başını düşürerek, “Nasıl yani? Ne demek şimdi bu! Senden hiç ayrılmak istemiyorum” dedi.

Gözleri birbirine hasretle bakarken, “Ben de öyle söylüyorum. Senden hiç ayrılmak istemiyorum; yoksa ayrılık bakî” dedi; yerdeki sarı yapraklara içi burkularak gözü takılan adam.

Bir an aralarında ölüm sessizliği oldu. Zaman dondu adeta. Başını ellerinin arasına alan kadın, bütün ümidini kaybetmişçesine ‘uyku’ tepkisizliğine geçti. Söylemek istediği şeyleri gözleriyle anlatmak istedi. Bağırmanın, canı yanan insanların en ilkel hakkı olduğunu düşünürdü; zarif kadındı, derin kırgınlıklar yaşarken, derin ıssızlığa çekilirdi.

Adam da kafayı felsefe ile bozmuş ‘meteliksiz’ bir sünepe… Parasızlığı affedilmez bir cinayet olarak kabul ederdi, bunun için tertemiz sevginin canını yakmayı yeğlerdi.

Tam bu esnada, altında oturdukları ağaçtan zayıflamış sarı bir yaprak koptu, iki tarafa sallanarak aralarından geçti ve kadının en anlamlı baktığı anda gözlerinin önünü kapattı. Adam bu bakışı görmedi. Fakat her ikisi de sarı yaprağı gördüler. Uzun sessizlikten sonra adam açtı ağzını ve yeniden “Senden hiç ayrılmak istemiyorum” demek üzereydi ki, soğuk bir rüzgâr esti. Kadın sözleri duymadı. Ancak her ikisi de soğuk rüzgârın sesini duydular. İkisi de iç çektiler, sonunda da ayrıldılar… Bir daha da birbirlerini görmediler.

Ağaç yaprak verir ama sır vermez rüzgâra. Her mevsim dönümlerinde, yaprak dökümüne rastlamak burar içimi… Uzaktan şahit olduğum çift gelir aklıma…

*

‘Ömür’ dediğimiz de rüzgârın önünde kuru bir yaprak gibi savruluyor. Ayrılıklar, kayıplar, hayal kırıklıkları, başarısızlıklar ve pişmanlıklar ile dolu…

Şüphesiz, nice insan var ki; kaderleri bizimkinden çok daha karanlık olduğu halde yaşamaya dört elle sarılabiliyor. Yine birçokları var ki; başkalarına imreniyor, onların yerinde olmak istiyor. Fazla ümitsiz olanlar, ‘ağır hastalıklara’ benziyor ve hastaya her zaman daha kuvvetle sardırıyor adeta.

Ancak sonu mutlak ölümle bitecek olan yaşamak sızısına bakarsak; özetle insanlar düşen bir yaprak gibidir. Kapılıp gidiyor rüzgârın önüne, havada süzülüyor, dönüp duruyor, sağa sola yalpalıyor ve toprağa iniyor, biz buna ‘ömür’ diyoruz.

*

Etrafımızı çerçeveleyen dünyada yıkık bir ülke uzanıyordu ve vadettiği tek şey kederdi. Her bir yeşil yaprak, her bir ot ve tahıl parçası en az parktaki kederli insanlar kadar boynunu bükmüş, keyifsiz, harap ve döküktü. Evler, çitler, evcil hayvanlar, adamlar, kadınlar, çocuklar ve onlara hayat veren toprak, hepsi tükenmişti sanki bir ayrılıkla…

Oysa bir kuşun oradan bir çöp, buradan bir ot, beri yandan bir yaprak toplayarak kendine bir yuva yapması gibi biz de bir tebessümden bir mutluluk, bir takdir eden bakıştan bir gurur, bir dudaktan bir haz, bir sözden bir huzur toplayarak kendimize bir hayat yaparız.

Söze konu kadının da kirpiklerinin her açılıp kapanmasında bin ağaç çiçeklenir, bin ağaç yaprak dökerdi.

Şimdi düşününce, birbirini anlamayan çift… Ve şu yerdeki yaprakları süpüren çöpçülere kırgınım…