Saint Exupery’nin Küçük Prens’inin ilk sayfalarında bir şapka silueti çizimi vardır. Her büyük gibi benim de ilk görüşte şapka diyeceğim kadar şapkaya benzer çizim. Gel gör ki, şapka siluetini çizen Küçük Prens, büyüklerin kendisini ve resmini anlamamasından yakınır. Her büyüğün görür görmez şapka dediği şey “fil yutmuş bir boa yılanı”dır ona göre. Sadece siyah bir gölgeden ibaret resme bakınca, ne bir fil ne de bir yılan göreceksiniz. Ancak Küçük Prens’in niyeti fil yutmuş boa yılanını çizmekten başkası değildir. O resmin görünüşünü değil, niyetinin işaret ettiğini dikkate alır. Kitabın sonlarına doğru tanıştığı pilottan kendisine bir kuzu çizmesini ister. Pilot kuzu resmi çizerse de, Küçük Prens kimisini çok küçük diye, kimisine köpeğe benziyor diye kabul etmez. Sonunda pilot duvarları delikli bir mukavva kutu yapar. İşte o zaman, “Hah işte!” der, “Benim kuzum bunun içinde.” Görünce hiçbir şekilde aklınıza kuzu getirmeyecek olan kutu resmi Küçük Prens’in en güzel kuzusudur.

Her iki yaklaşıma da, çocukça işler diye, dudak büküp gülüp geçebilirsiniz. Çocuğun aklı ermediği için kolayca kandığına hükmedebilirsiniz. Exupery’nin Küçük Prens’in hemen her cümlesinde kodladığı gibi, çocuklar bizden daha az düşünüyor değil, bizden daha farklı düşünüyor. Küçük Prens’i çocuk dilinin ve kavrayışının büyükçe bir aşağılanmaya tabi tutulmadan sergilendiği nadide bir eser olarak görüyorum.

Bir keresinde küçük oğlumuz kışın ortasında, tişört ve şort giymek istediğini söyleyince, haliyle hemen dudak büküp olmazlandık. Fakat ikinci bir manevrayla anlayacaktık ki, oğlumuz tişört ve şortu sadece giymek istiyordu; onların içinde görünmek gibi bir isteği olacağını biz büyükler uyduruyorduk. Sonuçta, tişört ve şortunu giydi; üzerine de kazağını ve pantolonunu geçirmemizi istedi. Ona göre bir şeyi giyinmek, o şeyle görünmek anlamına gelmiyordu. Daha farklı düşünüyordu o kadar. Daha az düşündüğünü söyleyebilir miyiz?

Öyleyse, çocuklarımız adına düşünürken kendimize onların yukarısında bir yerde değil, yanında bir yer edinmeliyiz. Onlara hükmeden bir kral değil, onların fıtratlarının kıvrımlarını keşfetmeye çalışan kâşifler olarak görmeliyiz kendimizi. Bizi şaşırtabilirler, bize yeni şeyler öğretebilirler, bizi yeniden düşündürebilirler.

Çocuk, yetişkinin minyatür versiyonu değil, farklı bir insandır. Kendi anlayışlarımızı onlar üzerine giydirmeye kalktığımızda, ya fıtratlarını cendereye alırız ya da ciddi hayal kırıklıkları yaşarız. Bir daha söylemeliyim ki, yukarısında değil, yanında yer buluruz çocuklarımızın.

Adını “çocuk terbiyesi” koyduğumuz süreç, aslında biz büyüklerin terbiye edilmesidir. Çocuğun fıtratı elimizdeki veridir; biz ona göre yeni sonuçlar çıkarırız. Çocuğun yapısı elimizdeki sabiteler gibidir; biz ona göre yeni değişkenler ararız. Böylece çocuğa eşlik ederken, kendimize yeni biçimler veririz, yeni anlayışlar elde ederiz. Bunun anlamı, çocuk psikiyatrisinin babası Beethlehem’in dediği gibi, “çocuk terbiyesi” yoktur, “ana-baba terbiyesi” vardır.   

Çocukların bize yakınlığını onları dilediğimiz gibi biçimlendireceğimiz şeklinde yorumlamamız beklenebilir bir yanılgıdır. Yakınlık sahiplenmeyi doğurur. Sahiplenmek de keyfi tasarruf hakkını…. Oysa çocuk şimdilik yakınımızdır. Tıpkı okun yayın böğrüne gömülmesi gibi. Yay okun kendisine yakınlığını hep kendisiyle kalacakmış gibi yorumlarsa ne kadar da yanılmış olur, değil mi? Aksine, okun yaya yakınlığı, yayı daha çok gerer ve ok daha uzağa gitmeye meyleder. Çocuklarımız hep dizimizin dibinde kalacak değiller; hep bize benzemek zorunda değiller; hık deyip burnumuzdan düşmüşçesine yaşamalarını isteme hakkımız yok. Bizden ama bize ait olmayan varlıklardır. Bizimkinden başka zamanların yetişkinleridirler. Onların üzerine doğacak güneş başka şeyleri aydınlatacaktır. Yakınlığı sahiplenme bahanesi olarak değil, onları uzağa hazırlama fırsatı görsek ne kadar güzel olur!  Ok yaydan çıkmadan yapacaklarımızı ok yaydan çıkmadan yapmalıyız. Ok yaydan çıktığında ise söyleyecek söz, yapılacak iş kalmamış olmalı.

Çocuklar hayatlarımızın gönyesi gibidirler. Farkında olmadan köşelerimizi, kenarlarımızı ve açılarımızı onların belirlemesine izin veririz. Duygularımız onları şablon alır, bakışlarımız onların süzgecinden geçer. Ayağımızı çocuğumuza göre uzatırız. Çocuğu görmeden paçaları sıvamaya kalkmayız. “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üzerinden geçer” dendiği gibi, siz ne kadar büyük olsanız, çocuğunuz fıtratının gereği sizin iradenizin üstüne çıkar, ötesine geçer. Çok bilinmeyenli bir denklem gibidir çocukluk. Çözmeye kalkarken çözülürsünüz…