Savaşlar, zorunlu göçler, gözyaşı ve korkular…
Ortadoğu’da yaşananlar yetmiyormuş gibi, Arakan’daki zulümler yeniden hortladı.
İnanın, kahrolmamak elde değil.
Müslüman âleminin üzerine yağdırılan mermiler, özgürlüğüne fırlatılan nifak bombaları…
Bu bomba, öyle bir bomba ki; kendinden olmayan herkesi yok ediyor.
Not: ‘Kendinden olmayan’ derken bir Müslüman’ın, kendi ırkı ya da mezhebinden olmayan bir başka Müslüman’ı öldürmesini kast ettim yani yanlış anlaşılmasın.
Vaziyet, öyle bir mahiyet aldı ki, ölen de “Allahuekber” diyor, öldüren de…
Ne kadar içler acısı bir durum, değil mi?
DAEŞ, PKK, PYD, YPG, BOKO HARAM ve daha bilmem nice bela…
Ümmet, ırk ve mezhep temelli 50 milyon parçaya bölünüyor, küçülüyor, küçücük dünyalarına hapsedilmeye çalışılıyor.
Hâlbuki 33 yıl sağlam bir idarecilik ve halifelik rolü üstlenen Sultan İkinci Abdülhamid Han, 1909’da yönetimden hâl edilmeseydi de, bir on yıl daha tahtta kalabilseydi, tüm bunlar belki olmayacaktı.
En azından Ümmet, daha rahat nefes alacaktı diye düşünüyorum.
Ne demişti cennetmekân?
“Benden sonra 10 yıl yönetsinler bu ülkeyi, 100 yıl yönettim desinler”.
Şu öngörüye bakar mısınız?
Şu alçak gönüllüğe…
Yani “ben artık buraya kadar ilerletebildim işi, benden sonraki padişah daha başarılı olursa, tevazulu olmasına gerek yok, yüz yıl yönettim dese de olur”.
Zaten, aşikâr olan şudur ki Osmanlı terbiyesi, dünyada başka bir niteliğe sahiptir.
Özellikle de yönetim kadrosunda…
Öyle, tahta kazık çakma diye bir dertleri olmamış sultanların birçoğunun.
Geldikleri gibi, sırf devletin bekası uğruna, gitmesini de bilmişler.
Mesela, Sultan İkinci Murad Han, oğlu Fatih Sultan Mehmed’e, iki defa bırakıp gitmiş tahtı.
Ve bilirsiniz aynı Murad Han, Enderun mektebinde (hanedan mensupları ve üst düzey yöneticilerin çocuklarının okuduğu eğitim kurumu) yaramazlık yapan oğlu İkinci Mehmed’in (ilerideki Fatih’in) terbiyesi için, numaradan da olsa, hocasından tokat yemeye razı olmuş.
(Çocuğunun terbiyesi için, kibir bayraklarını aşağıya çekmek ne demek, hele bir padişah için… Müthiş!)
Sultan İkinci Murad gibi, torunlarından İkinci Abdülhamid, Sultan Vahdettin ve son halife Abdülmecid Efendi de, günün şartlarından ötürü, herhangi bir direniş göstermeden makamlarını terk edip gittiler.
Ego sıfır, ihtiras sıfır!
Taht olayları bir yana…
Ya peki, Kanuni Sultan Süleyman’ın, döneminin dini danışma organı Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’yle olan sıkı münasebetine ne demeli?
Bir gün sarayın bahçesini karıncalar sarar. Sultan Süleyman bunun üzerine, evvelden “Muhibbi (Dostane)” mahlasıyla şiirler dizdiğinden, Ebu Suud Efendi’ye konuyu danışmak ister ve aynı üslupla bir mektup yazar;
“Eğer ki, ağaçları sarar ise karınca, icazet var mıdır karıncayı kırmaya?”
Ebu Suud Efendi de, aynı titizlikle bir cevap beyitti yazar;
“Yarın hakkın divanına varınca, hakkını alır Süleyman’dan karınca”.
Bu mektuplaşma üzerine, sarayın bahçesinde karıncalara bir daha asla dokunulmaz.
Aynı Sultan Süleyman, elbette lüzumlu lüzumsuz her şeye kanun koyduğundan değil, akılcı ve ileriye dönük yasalar meydana getirdiğinden ötürü “Kanuni” lakabını alır.
Hemen bir örnek vereyim de, ruhuna bir Fatiha göndermemize vesile olsun;
1500’lü yıllarda, sokak çeşmelerinin boşa aktığını gören Sultan Süleyman, israfı önlemek amacıyla her çeşmenin ucuna birer musluk bağlatılmasını ve başlarına da inzibat dikilmesini emreder.
Ve bu ileri görüşlü hareketinden dolayı o’na “Kanuni” mahlası verilir.
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beyiti de çok bilinir, sağlığın önemine vurgu yapar.
O’nun, bu tarz anektotlarını bilmeyen okurlarım şaşırabilirler.
Hatta bazılarının Muhteşem Yüzyıl’ın etkisinde kalıp sövdükleri “gerici” dediği Kanuni Sultan Süleyman meğer kimmiş, diyebilirler.
Fazla uzatmayacağım Kanuni’nin hatıralarını ama ona ait olan şu sözü de yazmadan edemeyeceğim;
“Tabutumun sağ kısmına bir oyuk açın ve elimi tabutun dışına bırakın, görenler desin ki; koskoca cihan sultanı Süleyman bile, dünyadan eli boş gitmiştir”.
Gelelim 1845’e… Sultan Abdülmecid Han dönemine…
O yıl, İrlanda’da büyük bir kıtlık meydana gelir, patates kıtlığı…
Osmanlı İmparatorluğu, Sultan İkinci Abdülmecid’in direktifiyle iki gemi erzak yardımı gönderir.
İrlanda hükümeti de, bu jest karşısında Osmanlı’ya bir teşekkür belgesi gönderir ki, 2012 yılında da resmi mercilerle onaylamışlardı zaten.
Not: Bu belge internette mevcuttur, kolaylıkla bulabilirsiniz.
Devletin padişahları böylesine şahsiyet sahibi olurlar da halkı, boş olur mu?
Halkın da kendine göre çeşitli düsturları vardı.
Mesela ev yapacakken, yan komşulardan müsaade alınır, öyle başlanılırdı inşaata.
Ve arkadaki evin güneşini kapatmamaya özen gösterilirdi.
Ve birçok Osmanlı camiinin avlusundaki taşların üzerine bakın, dikdörtgen oyuklar vardır.
Acaba niçin?
Tabi ki, yağmur sonrası içlerine doluşan sudan kuşlar da nasiplensin diye.
Şimdi gidin o sulukların çoğu, topuklu ablalarımızın ayakları takılıp düşmesinler diye doldurulmuş vaziyettedir.
Aynı şekilde, her evin balkonunda ya da cam pervazında da suluklar mevcuttu.
Şimdi?
Kükreyen kartaaaaal!
Niye?
Kuşları korkutsun da, gelip pislemesinler diye.
Kuşlara bu kadar hürmet gösteren bir milletin, o dönemler Kıraathane kültürü de farklıydı elbette.
Hemen birçoğumuzun aklına okey, tavla, pişti oynanan yerler gelecektir ama öyle değil!
Kıraathane. Bakınız, adı üzerinde, “kıraat” yani her Cuma sonrası erkeklerin Kur’an kıraati dinlediği yerlerin ortak adıydı. Tabi ki çay içilir, sohbet edilir, nargile de tüttürülürdü.
Eğer bir evin dış kısmına sarı bir çiçek konulursa, evde hasta ya da uyuyan bebek var demekti. Yoldan geçen seyyar satıcı bağırmayı keser, çocuklar başka yerde oyunlarına devam ederlerdi.
Ev demişken, şöyle bir dipnot da vermeden edemeyeceğim;
Hemen her evin kapısında iki farklı büyüklükte tokmak bulunurdu.
Sesi tok olanı erkekler, ince olanı bayanlar çalardı, ev sakinleri de ona göre kapıyı açarlardı.
İşte bizler, böylesine ince ruhlu, asil, güzel bir ecdadın torunlarıyız.
Peki, bugün?
Bugün, n’oldu bize de, unuttuk bu özelliklerimizi?