Siz bu satırları okuduğunuzda İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları 67. gününü doldurmuş olacak. İsrail 7 Ekim’den beri sürdürdüğü saldırılarda şimdiye kadar yaklaşık 7 bini çocuk olmak üzere 18 binden fazla Gazzeli sivili katletti. 40 binden fazla yaralı var. Hava saldırılarında yıkılan binaların enkazında olduğu düşünülen 4 bin civarında kişiyi de eklediğimizde Gazzeli sivillerin kaybı 22 bini geçiyor.

Tüm bunlar, sözde insan uygarlığının tekâmül ettiği 21. yüzyılda, 2023’ün son çeyreğinde hem de tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etti üstelik.

Bu süreçte Türkiye’den yükselen itirazlar ve dünya kamuoyunu doğru bilgilendirmeye yönelik yayınlar dışında neredeyse tüm ülkeler İsrail’in katliamlarına sessiz kaldı. Hadi Batılı ülkelerin İsrail ile aralarındaki ilişki gereği bu vicdansız, ahlaksız tutumlarını anladık da sözde Arap devletleri ve genel olarak Müslüman ülkelerin sessizliğini, tepkisizliğini anlamakta da zorluk çektik. Üstelik bu sessizlik zımni olarak İsrail’in katliamlarını desteklemek manasına gelmekteyken!

Oysaki Batı’daki genel tavırdan farklı olarak İspanya, İrlanda ve İskoçya gibi Avrupa ülkelerindeki sağduyulu, vicdanlı ve her şeyden önemlisi insan onuruna saygı duyan kesimler sokaklara çıkarak; İsrail’in katliamlarını kınayıp Filistinlilere destek verdiler. Hatta bu ülkelerin yönetimleri de diğer Avrupalı devletlerden farklı olarak, İsrail’i işlediği savaş suçlarından dolayı eleştirip bir an önce ateşkes sağlanması ve katliamların durdurulması konusunda alışık olmadığımız çıkışlar yaptılar.

İşgalci İsrail, 7 Ekim tarihindeki Aksa Tufanı saldırısını da bahane ederek yıllardır yapmak için fırsat kolladığı, Gazze’yi de Batı Şeria gibi kolayca yutabileceği bir duruma getirme planlarını devreye soktu. ABD’nin sağladığı askerî ve siyasi destekle Gazze’yi yıkmaya başlayan İsrail’e hiçbir devlet mani olamazken dünya barışını temin ve muhafaza göreviyle donanmış olan Birleşmiş Milletler Teşkilatı da maalesef bu süreçte etkisiz, yetersiz ve aciz kaldı. 

İsrail’in hamisi ve velinimeti olan ABD’nin ısrarlı vetoları nedeniyle BM’nin en etkili ve yetkili organı olan Güvenlik Konseyi’nde ne İsrail’in durdurulması ne de ateşkesin sağlanması konusunda karar alınabildi.

Güvenlik Konseyi bu konuda aksiyon alamayınca koskoca Birleşmiş Milletler teşkilatı varlık sebebinden uzaklaşıp kurumlarında binlerce işçi arının çalıştığı ama uygun bir kraliçe arı olmadığı için hiç bal üretilemeyen kısır bir kovana dönüştü.

Buna rağmen hakkını teslim etmemiz lazım ki BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, en azından elinden geleni yapmaya çalıştı. 

İsrail’in Filistin topraklarında 75 yıldır sürdürdüğü işgali ve 17 yıldır sürdürdüğü Gazze ablukasını gören ama hiçbir şey yapamayan genel sekreterlere nazaran ilk defa bir BM genel sekreterinin, İsrail’i açık bir şekilde eleştirdiğine ve İsrail’in saldırılarını durdurmak için BM’de bir karar alınması için çaba gösterdiğine şahit olduk.

Güvenlik Konseyi’nin 24 Ekim’deki toplantısında; “Hamas’ın 7 Ekim saldırısının sebepsiz yere olmadığını, Filistin halkının 56 yıldır boğucu bir işgalle karşı karşıya olduğunu” söyleyen Guterrres, İsrail’in saldırıları nedeniyle “Filistin halkından gelen şikâyetlerin Hamas'ın saldırısını haklı göstermediğini ancak İsrail’in sürdürdüğü saldırılarda Filistin halkının toplu olarak cezalandırılmasının da haklı gösterilemeyeceğini” ifade etmiştir.

Tahmin edebileceğiniz gibi bu sözlerden sonra Guterres İsrail tarafından hedef tahtasına oturtuldu ve derhâl istifası istendi. Sanırsınız ki İsrail BM’nin tüm kurallarına uyan, tüm kararlarını eksiksiz yerine getiren barışçıl bir üye devletmiş gibi; genel sekreterin açıklamalarına tepki gösterip tarafsızlığını kaybettiğini, o koltukta oturmayı hak etmediğini ve derhâl istifa etmesi gerektiğini söyleme pişkinliğini ortaya koymuştur. 

Guterres, İsrail’in böylesine üst perdeden tepkisinden sonra geri adım atmak zorunda kalıp sözlerinin yanlış anlaşıldığını söylese de nihayetinde söylediklerinin gerçek duyguları olduğunu herkes anlamıştır. Zaten kendisi de İsrail’in tehditlerine pabuç bırakmamış ve İsrail’in saldırılarının sonlandırılmasına yönelik çabalarına devam etmiştir.

Nihayet hem bu çabalar hem de İsrail kamuoyundaki rehine hassasiyeti nedeniyle, Katar’ın da ara bulucu olarak devreye girmesiyle taraflar arasında 24 Kasım-1 Aralık tarihleri arasında geçici ateşkes ve rehine takası anlaşmasına varılmıştır. Bu kapsamda Gazze’ye bir miktar insani yardım malzemesinin girmesine izin verilmiş ve Hamas, elinde tuttuğu 240 rehineden 110’nunu serbest bırakırken İsrail de hapishanelerdeki 8 bin civarındaki Filistinli tutuklulardan 240’ını salıvermiştir.

Yedi günlük ateşkesin sonunda Hamas’ın süreci uzatma teklifine rağmen İsrail, hem de gerçek dışı bir iddiayla Hamas’ın anlaşmayı ihlal ettiğini öne sürerek yeniden saldırmaya başlamıştır.

İlk 49 günlük sürede Gazze’nin kuzeyindeki üstyapıyı neredeyse tamamen yıkan İsrail, bu sefer de sözde güvenli bölge olarak tanımlanan Gazze’nin güneyine saldırmaya başlamış ve Gazzeliler için hiçbir alanda güvenli yer kalmamıştır.

İsrail tarafından Gazze’de görevli 130 BM çalışanıyla birlikte toplam öldürülen sivil sayısının 15 bini aşması üzerine Guterres, görev süresinde ilk kez BM Şartı’nın 99. maddesindeki yetkisini kullanarak 6 Aralık tarihinde acil ateşkes sağlanması maksadıyla Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırmıştır.

Güvenlik Konseyi’nin dönem başkanı olan Ekvador’un daimî temsilcisi José Javier De La Gasca Lopez Domínguez’a hitaben yazdığı mektupta, “Gazze'deki insani yardım sisteminin çökme riskiyle karşı karşıya olduğunu” ifade eden Guterres, Güvenlik Konseyi’ne yaptığı çağrıda, “yaşanan insani felaketin önlenmesi için acil bir şekilde insani ateşkes kararının alınmasını” talep etmiştir.

Genel Sekreter Guterres’in talebi üzerine 8 Aralık’ta toplanan Güvenlik Konseyi’ne Birleşik Arap Emirlikleri tarafından sunulan ateşkes kararını içeren tasarı, yine ve yeniden ABD tarafından veto edilmiştir.  

Sürecin başından beri İsrail’i koşulsuz olarak destekleyen, hatta İsrail’e gönderdiği muhtelif silah ve mühimmatlarla daha fazla Gazzelinin katledilmesinde pay sahibi olan ABD’nin Güvenlik Konseyi’ndeki bu son vetosu, Birleşmiş Milletler’in tabutuna çakılan son çivi olmuştur.

Zira ABD’nin son vetosu, Birleşmiş Milletler’in kuruluş amaçlarından biri olan ve BM Şartı’nın birinci maddesinde yer alan, “Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla barışa yönelik tehditlerin önlenmesi ve ortadan kaldırılması, saldırı eylemlerinin veya diğer barış ihlallerinin bastırılması için etkili kolektif önlemler almak ve barışçıl yollarla bu eylemleri gerçekleştirmek. Adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak, uluslararası anlaşmazlıkların veya barışın bozulmasına yol açabilecek durumların düzeltilmesi veya çözümlenmesi” şeklindeki hükmün gereğinin yerine getirilemediğini göstermiştir.

Bu vesileyle zaten uzun süreden beri tartışma konusu olan ve Cumhurbaşkanımız tarafından da sıklıkla dile getirilen “Dünya beşten büyüktür” ve “Daha adil bir dünya mümkün” söylemleriyle vücut bulan Birleşmiş Milletler reformunun ne kadar gerekli olduğunu bir kere daha müşahede etmiş olduk. Çünkü BM’nin mevcut yapısı ve karar alma şekli dünyadaki sorunları çözmekten çok uzak olduğu gibi, bu hâliyle teşkilata da zarar vermekte ve güvenirliğini büyük ölçüde azaltmaktadır.

Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinin ellerindeki mevcut gücü paylaşmak istemediklerini ve bu nedenle yakın zamanda bir reformun zor olduğunu daha önceki yazılarımızda da belirtmiştik. Ancak artık öyle bir yere geldik ki, bıçak kemiğe dayandı. BM Güvenlik Konseyi’nin karar alma yapısı değişmek zorunda. Çünkü eğer bu hâliyle devam ederse BM’nin dünyayı yeni bir savaştan korumak hususunda yetersiz kalacağı aşikârdır. Dolayısıyla ilgili herkesin sorumluluk alması ve gerekirse kendini feda ederek değişimin yolunu açması gerekmektedir.

Bu kapsamda Sayın Genel Sekreter Guterres’e tüm saygımla naçizane bir tavsiyem var. Kendisi ve Birleşmiş Milletler’in muhtelif kuruluşlarının başında bulunan yöneticiler de dâhil olmak üzere tüm BM yönetici ve idarecilerinin, BM Güvenlik Konseyi’ndeki mevcut tıkanıklığı gerekçe göstererek istifa etmelerinin elzem olduğu kanaatindeyim.

Bırakalım da zaten işlevini ve güvenirliğini yitiren BM’de, ABD kendi çalıp kendi oynasın. Kurucusu olmakla övündüğü BM’yi bu hâle getirmenin ayıbı da her daim alnında bir leke olarak kalsın.