Yıllar önce Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kuruluş yıl dönümü münasebetiyle gerçekleştirilen bir toplantıya davet edilmiştim.
Serin bir bahar akşamı, Uludağ’a yakın bir noktada, seçkin misafirlerden müteşekkil bir toplantıydı bu…
Katılımcılar, toplantıyı, kelimenin tam manasıyla ‘nezih’ bir vasfa büründürüyordu.
Daha en başında yapılan sunumda, nasıl sıkıntılı bir süreç yaşandığının ve günümüze gelinceye kadar hangi badirelerden geçildiğinin anlatılması, duygusal bir atmosfere geçmek için yetip de artmıştı bile…
Sunumu yapan hoca, katılımcılardan, günümüze gelinceye kadar geçirilmiş serüvenlere dair hatıralar nakletmelerini isteyince olan oldu…
Başlangıçta, kısa cümlelerle geçiştiriliyordu bu hatırat kısmı…
Ta ki sözü, bu okulun ilk hocalarından Prof. Dr. Mikail Bayram alıncaya kadar…
Şimdilerde artık emeklilik günlerini yaşayan bu muhterem hoca, öyle bir hadise nakletti ki bu fakirin yıllardan beridir altını çizmeye gayret ettiği hususlardan en mühimi, âdeta ete kemiğe bürünerek canlandı…
Efendim, hadisenin hikâyesi özetle şöyle:
Okul yeni açılmış…
İmkânlar, ‘kıt’ bile değil neredeyse…
Okulun açılması için irade gösterilmesi bile başlı başına bir olay…
Bu nedenle yetkililerden kimsenin beklediği bir şey yok…
Her şey, tabir caiz ise ‘oradan, buradan’ tedarik edilme noktasında…
Kütüphane de böyle vücut bulmuş zaten…
Derken efendim, bir gün bir hanımefendi, bir çuval dolusu kitap getirmiş, bu yeni yeni oluşan kütüphaneye katkı olsun diye…
Kitapları teslim alan Mikail Hoca, eserleri tasnif ederken birden ‘elyazması’ bir kitap görmüş.
Diğerlerini bırakıp bu kitabı incelemeye koyulmuş kaçınılmaz olarak…
Arabî harflerle ve fakat bir türlü çözemediği farklı bir lisanla kaleme alınmış bir eser…
Başta Mikail Hoca olmak üzere herkesi sarmış bir merak…
Nedir, hangi alana dair yazılmış bir eserdir, kimse anlamıyor ne yazık ki…
Sadece eserin mukaddimesinde ‘Muhammed el Cavi’ ibaresi anlaşılabiliyor…
Aradan yıllar geçmiştir.
Bir gün Bursa’da ‘Milletlerarası Folklor Toplantısı’ tertiplenir…
Çoğunluğu ulemadan müteşekkil bu toplantı, tam da Mikail Hoca’nın aradığı fırsatı kendisine vermiştir.
Toplantı sonrasında hoca, bu bahsi açar katılımcılara.
Misafirlerden birisi, kitabı görmek istediğini beyan edince vakit geçirilmeden görücüye çıkar kitap…
Ama nafile…
Kitabı eline alan, ‘Bu, bildiğim bir lisanda değil.’ diyerek geri bırakıyor…
Neredeyse tüm katılımcılardan aynı reaksiyon: ‘Bilemedim bu dili…’
Mikail Hoca yine maksadına ulaşamamış olmanın hüznüyle kitabı son konuğun önüne koyar.
Hoca efendi şöyle bir bakar önce kitaba…
Sonra tekrar bakar ve ‘Bu kitap, yanılmıyorsam ‘Cava’ca.’ der…
‘Cava’ca da neyin nesi derken hoca etraflıca anlatır…
Endonezya’ya bağlı ‘Cava’ diye bir bölge bulunduğunu aktarır bu muhavereler esnasında…
Mukaddimede, ‘Muhammed el Cavi’ ibaresi de bu tespiti kolaylaştıran bir unsur olmuş zaten…
Hoca, kitabın bir tefsir ve adının da ‘Tefsir-i Cavi’ olduğunu söyler, yaptığı detaylı incelemenin akabinde…
Ve araştırmalar başlar.
Meğer Muhammed el Cavi, bölgede tanınan meşhur bir müfessir imiş.
Tüm gayesi, dört ciltlik bir tefsir hazırlayıp bunu zamanın halifesine sunmak imiş...
Bu maksatla kaleme aldığı eserini, halifeye takdim için düşmüş yollara…
Sultan Abdulhamid Han dönemi…
Gele gele Bursa’ya vasıl olmuş…
İstanbul’a bir adım kalmışken hastalanmış bu zat…
Ve yanlarına yerleştiği Türk ailenin evinde, Rabb’ine yürümüş…
Kısmet olmamış eserini halifeye takdim etmek…
Mikail Hoca bilahare eseri kütüphaneye hediye eden aileye ulaşmaya çalışmış ama buna da bir türlü muvaffak olamamış ne yazık ki…
Muhammed el Cavi’nin hikâyesini, kendisini konuk eden aileden duyamamış ve bunu sonraki nesillere anlatamamış olmanın hüznü, sanırım sadece Mikail Hoca’yı değil, benim gibi bu hikâyeden fevkalade derecede etkilenen insanları da kuşatmış olsa gerek…
Yetim ve öksüz bırakılmış bir medeniyetin müntesibi olmanın, bu medeniyetle irtibatın ne denli mühim olduğu idrakinin, bunu her vesile ile dile getirme teşebbüsünün ruhumda vücuda getirdiği buruk hüzün…
Aktarabileceğim son satırlar bunlar, bu dramatik hatıraya dair…