Geleceğe dair büyük kaygılarımızdan hasıl olan büyük serzenişlerimiz var. Yeni dünya düzeninde medeniyete dair tasavvurlarımız dağlar kadar.
Varsıl ya da yoksul hangi kapıyı çalsak, ahvalin nedir diye sorsak, kalbimizi, zihnimizi, evimizi, şehrimizi, ülkemizi, bir nehir gibi sulayan henüz gelmemiş zamanlara ait sözler akar.
Her sabah uyandığımızda, gazete manşetleriyle başlayıp ana haber bültenine uzanan, hal hatır sormalarımızdan, market alışverişinde fiyat etiketlerine varan, yerdeki çöpten, yoldaki çalışmadan, trafikten, kazancımızdan, dert yanmalarımızla akşamı eder olduk.
Toplu taşıma araçlarında, erkeklerin omuzlarında söz yığını, kadınların gözlerinde ihmal edilmişliğin sancısı ise sessiz bir söylenme gibi geliyor bana…
Ast, üst, avam, havas fark etmiyor, kimi, görsem, kimi dinlesem, kime halin nasıldır desem bir şeylerin düzelmesi için, aksi bulduklarının doğrulması için, yoldayken, yolculuğun yoluna girmesi için söylendiğini duyuyorum.
Son zamanlarda, gözlerimin gördüğü ve okuduğunu, kulaklarımın işittiğini, kalbime ve zihnime ilettiğimde gördüklerim ve duyduklarımdan ben de yorgun düşer oldum.
Söylenecek ne çok sözümüz var. Ne vakitten beridir unuttuk, söz gümüş sukutu altın bulan atalarımızın nasihatlerini. Şükür yerine nasıl oldu da şekvayı ikame ettik hayatlarımızda?
Bu sorunun cevabı öyle sanıyorum ki, saklı bir itiraz ile geliştirdiğimiz olağan üstü gayretimizde saklı.
Nedir o saklı itiraz derseniz, bilelim ki, Rabbin bizlere bahşettiğinden daha iyisine talip olma hevesinin gizli halidir derim.
Razı olmayı, ram olmayı, var olan ile iktifa etmeyi erteleyişimizdir derim.
Üstelik bu saklı itirazımızın sari bir hastalık gibi yanı başımızdakilere de sirayet ettirmenin külfetini taşır olduk omuzlarımızda.
Söylenen yorgun dinleyen yorgun…
Son yüzyıldır söylenmekten söylemeye, söylemekten eylemeye terfi etmek gerek artık.
Yorgunluklarımızı sükûnetin derin kucağında dinlendirmek gerek.
Dilimizdeki tevekkülü, kalbimize indirmek gerek.
Bir de, söylendiklerimizi yetkili kişi, makam her ne ile ilgili ise usulüne uygun girişimlerle söylemek gerek. Zira söylenmek, söylemenin üvey halidir!
Daha çok dinlemek gerek. Konuşmayan olmazsa neyi dinleyeceğiz? Tabii ki, ahvali ile konuşan herkesi ve her şeyi… Kâinatı ve insanı…
Konuşmaktan, eleştiri yazıları okumaktan yorgun düşen, ne gözlerimiz ne de kulaklarımız. Onlar sadece talibi olacağımız hakikat ve hikmet yolculuğunun birer vasıtası. Yorulansa kalbimiz ve aklımız!
İtminan olmamış her kalp ve akıl, çevresinde kim varsa onlar için potansiyel bir yorucudur! Öyleyse önce kendimizde kalbi ve akli yorgunluklarımızı gidermekle başlamalıyız.
Bizi, yolunda giden pek çok şeye körleştiren tüm aksiliklerimizi söylenerek değil eyleyerek çözüp etrafımıza ışık saçmalıyız.
Bir şaman öğretisiymiş şu ifadeler:
“Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz…
Nehirler kendi suyunu içemez…
Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez…
Güneş kendisi için ısıtmaz…
Ay kendisi için parlamaz…
Çiçekler kendileri için kokmaz.
Toprak kendisi için doğurmaz…
Rüzgar kendisi için esmez…
Bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz…”
Bir nehir gibi, bir güneş gibi, bir ay, bir toprak, bir rüzgar, bir bulut gibi yaşamaya talip olmalıyız!
Kendimiz için değil, sevdiklerimiz ve sevdiğimiz her şey için yaşamalıyız!