“Kandil geceleri, üç aylar, hususi zikirler, nafile ibadetler ve bunlar
gibi saymadığımız daha birçok değer, asla ‘bid’at’ kavramı içerisinde ele alınamaz! Bid’at, dinin özüne
yapılan eklemelerdir ve bu saydığımız unsurların hiçbirisi dinin özü şeklinde değerlendirilmemekte, bununla birlikte, referansını da tamamen dinin temel değerlerinden almaktadırlar. Allah’ı anmaya vesile olan her ne varsa güzeldir, İslâmî’dir, Kur’an’a uygundur!.. Gerisi bühtandır!…”
Üç ayların ortasındayız.
Bu, gün ve aylar vesilesiyle, çeşitli dergi ve gazetelerde birçok yazı yazdım.
Belki bu yazı da bir tekrar olacak ama ‘anın vacibi’ gereği bu tekrardan kaçınmayacağım.
Bu yazıların akabinde kimi ‘talihsiz’ insanlarından ilginç tepkiler aldım hep.
Neden mi talihsizler?
Şundan.
İslâm’ın hayat verdiği değerleri, ‘İslâm’ düşmanlarının argümanlarıyla eleştirdikleri ve tamamen ‘rasyonel’ gerekçelere sarıldıkları için.
Hadisle sabit olan ve ‘dine ekleme yapmak’ anlamına gelen ‘bid’at’ kavramını hoyratça kullandıkları için.
İslâm’ın, evrensel vasfıyla, bir medeniyet üreteceğini ve insanlığın her devirde ihtiyaçlarına kâmilen cevap verebileceğini göremez oldukları için.
Kelimelerin ve kavramların içini boşaltıp hikmeti, sözlük manalarına kurban verdikleri için…
Üç aylar münasebetiyle, dilerseniz, bir kez daha ‘bid’at’ kavramını irdeleyip, ‘geleneksel değerlere’ acımasızca hücum eden bu yanlış anlayışı ve vahamet noktasına gelen suçlamalarını değerlendirmiş olalım.
Bid’at, bilindiği üzere dinde olmadığı halde dine ekleme yapılması olgusunu tanımlar. Yani ‘vahiy ve sünnetle’ vücut bulan dini tahrif etmeye tam teşebbüs faaliyetidir bid’at…
Buraya kadar eminim, ‘bid’at’ endişesiyle birtakım değerleri reddeden insanlarla hemfikiriz. Hemfikir olamadığımız, neyin bid’at olduğu hususudur.
Bizim gibi, İslâm’ın evrensel ve asla değişmez ölçülerine nispetle birtakım değerlerin oluşmasını, bırakın bid’ati, ‘anın vacibi’ addeden kimseler ile ‘meale’ yani sözlük anlamına takılıp kalanlar arasındaki kadim bir tartışmadır bu…
Sözlük anlamına çakılıp kalanlar için, mesela ‘mescid’, asla kubbeli ve minareli olamaz.
Zira bidayette, bu tür mimari sanat unsurları yoktu.
Başlangıçta olmayan bir şeyin varlığını kabullenmek ve hele hele bunun ‘şeairden’ sayıldığını söylemek, şirke bulanmaya sebep olabilir bu zevata göre…
Peki, bu gerçekten böyle midir?
Şöyle bir örnekle bu yaklaşımın ne denli vahim bir sonuca neden olduğunu izaha gayret edelim.
Bir ev düşünelim.
Evin odaları, banyosu ve sair unsurları, elbette ki, evin bir parçası ve bölümüdür.
Örneği hakikate tatbik edersek eğer ev, dinin kendisi, bahsini ettiğimiz odalar ve sair unsurlar da meşruiyetini vahiyden alan ‘dinin umdeleri’dir.
Tam bu noktada sorun olarak nitelenen husus şudur. ‘Kandil’, ‘Üç aylar’ ve eleştirilen diğer hususlar, din içerisinde neye tekabül etmektedirler?
Şimdi ev örneğine devam edelim isterseniz.
Evde bahsini ettiğimiz yapısal hususiyetlerin dışında harici unsurlar da vardır.
Mesela yatmak için kullanılacak bir yatak yahut kanepe…
Şüphesiz ki yatak, evin mütemmim bir cüzü değildir ama evin içerisinde bulunmakla hayli işe yarar bir konuma sahiptir.
Tıpkı bunun gibi kandiller ve bir Müslüman’ı Rabbine yakınlaştırmaya vesile olan nevafil ibadetler, evin içerisindeki yatak gibidir.
Dinin asli bir unsuru değildir ama din içerisinde kendisine yer bulduğu gibi ibadetlerin fonksiyonel olmasına da vesile teşkil eder.
Kişiyi Allah’a yaklaştıran bu güzelliği, müstekreh bir tanımlamanın nesnesi haline getirmek, hiç şüphesiz ki, insaftan ve hakikatten uzaklaşmak olur.
Bahsini ettiğimiz tüm unsurlar, vahye ve sünnete nispet edilerek meşruiyet kesp etmişlerdir.
Düşünsenize, aksi takdirde, bir hattatın, bir ayet-i kerimeyi mesela, ‘Nesih’ tarzında ‘meşk’ etmesi, hiç tereddütsüz ‘bid’at’ sınıfına girebilir… Öyle ya, bidayette, böyle şeyler yoktu ve Müslümanlar hat sanatıyla yüzyıllar sonra tanışmışlardı.
Buna kıyasla daha birçok örnek verebiliriz… Özellikle de İslâmî değerlere nispetle ihdas edilen güzel sanatların tamamını bu kapsam içerisine almak mümkün…
Kıraat ve makamları, tezhip ve daha bir sürü şey…
Bahsini ettiğimiz unsurların
tamamı, ilhamını Kur’an’dan alan ve kendisini İslâm’a nispet eden bir medeniyet kavrayışının harikulade sonuçlarıdır.
Daha önce yazdığım halde bir kez daha tekrarlamakta fayda mülahaza ettiğim bir husus daha var…
Bilirsiniz, bazı kimseler özellikle ‘türbe’lerin bir şirk odağı olduğu iddiasındadırlar.
Her şeyden önce türbeler, mimari unsurlardandır. Türbe içerisindeki makberde yatan zat, her kim olursa olsun sonuçta bir kuldur.
İslâm itikadında, ‘iyyake na’budu ve iyyake nestain’ düsturu muvacehesince sadece ve sadece Allah’tan yardım dilenir. Bunu en başında tespit ederek türbe olgusuna baktığımızda bu yapıların bırakın ‘şirk odağı’ olmayı, bazı yerlerde, alenen ‘tevhid’ kalesi gibi bir işlev görmektedirler!
Örnek mi?
Yolunuz hiç düşmediyse eğer, sizlere, Balkanları örnek verebilirim.
Ortodoks ve Katolik Hıristiyanların, özellikle de son dönemlerde yürüttükleri, İslâm medeniyetine karşı Batı uygarlığı savaşında sembolleri, ciddi bir psikolojik harp unsuru olarak kullandıkları bilinen bir şey…
Dağlara ve yüksek tepelere inşa ettikleri devasa haçlarla, azınlıkta olan Müslüman halklar üzerinde baskı oluşturmaya ve bu devasa haçların, cami kubbelerini ve türbeleri gölgede bırakmasına hususi bir ihtimam gösterdiklerini hesaba kattığımızda, böylesi bir yerde bir minare, bir türbe, Müslümanlar için adeta tevhidin birer kalesi hükmüne geçmekte, baskı altındaki iman eden kimselerin sığınağı olmaktadır.
Allah eksikliklerini vermesin…
Şimdi başa dönüyoruz…
Bazıları, Müslüman oldukları halde, neden birtakım şeaire şirk suçlamasında bulunur ve birtakım değerleri bid’at yahut hurafe suçlamasıyla kapı dışına koyar/koymaya çalışır.
Bana göre nedeni gayet basit, şöyle ki:
Batı, dünya üzerindeki emperyalist emellerine yüzyıllar boyunca ulaşmasına engel olan İslâm medeniyetinin kökünü kazımak gerektiği kanaatine varmıştı.
Bunun için her yolu denediler.
Güçlerinin yettiği yerde bunu bizzat kendileri yaptılar, güç yetiremedikleri yerde de, Müslümanlar içersinden, Batı karşısında aşağılık kompleksine batmış kimseler üzerinden yayacakları medeniyet karşıtı bir anlayışla mevziler kazanmayı amaçladılar.
İslâm’ı birçok Müslüman’dan daha iyi bilen bazı şarkiyatçıların yol göstermesiyle de, inanan bir insanı kıskıvrak bağlayacak sözde bir argüman da koydular önlerine:
‘Kur’an dışılık!’
İslâmî ilimlerden hızla uzaklaşmış, koyu bir cehaletin kucağına atılmış hasbi Müslümanlar için bu iddianın karşısında durmak nasıl mümkün olabilirdi ki?…
Bu anlayış özenle ‘rasyonalite’ye endekslendi.
‘Akılcılık’ yegâne kriter haline getirildi.
Birçok hadis böylelikle devredışı bırakıldığı gibi diğer unsurlar da kapı dışına kondu.
Allah’a iman etmenin tamamen ‘irrasyonel’ bir hakikat olduğu gözardı edildi ve Kur’an ayetleri ‘akıl süzgecinden’ (?!) geçirilmeye başlandı.
Kelimeler ve kavramlar altüst olmuştu.
İşte bu hengâmede, ‘bid’at’, hurafe ve benzeri kavramlarla, Müslümanların ellerinde kalan son birkaç değer de hâk ile yeksan edildi.
Meselenin acı veren tarafı, ağacı kesen baltanın sapının, ağacın dalından olmasıydı…
İşin tuhafı ise, İslâm düşmanlarının ‘irticaa’ diyerek saldırdıkları değerlere, Müslümanlar içerisinden bazı kimselerin hurafe ve bid’at argümanlarıyla saldırılıyor olmasıydı…
Sonuç olarak:
Kandil geceleri, üç aylar, hususi zikirler, nafile ibadetler ve bunlar gibi saymadığımız daha birçok değer, asla ‘bid’at’ kavramı içerisinde ele alınamaz!
Bid’at, dinin özüne yapılan eklemelerdir ve bu saydığımız unsurların hiçbirisi dinin özü şeklinde değerlendirilmemekte, bununla birlikte, referansını da tamamen dinin temel değerlerinden almaktadırlar.
Allah’ı anmaya vesile olan her ne varsa güzeldir, İslâmî’dir, Kur’an’a uygundur!..
Gerisi bühtandır!…