“Dindar” kelimesi, ehl-i dini tanımlıyor, Allah’ın kullarını sınıflandırıyor. Allah’a göre yaşamayı, uçta bir yaşantı gibi sunuyor, kenarda bir yerde tutuyor. “Abd” olmayı, marazi bir illetmiş gibi tanımlıyor, ‘normal’den sapmaymış gibi görüyor. Oysa ‘din’ hayatın ana omurgasıdır.‘Borçluluk bilinciyle yaşamak’ anlamıyla, din, insan olarak var olmanın biricik ve onurlu sonucudur. Başka türlüsü marjinalliktir, anormalliktir. Borçluluk bilinciyle yaşamak, hayatın bir kısmı değil, hayatın hepsidir. Din şuuru, hayattan fazlasıdır. Hayatın hayatıdır. Hayatının kendine borç verildiğini unutan, hayatını ölü yapar, kokuşmuş bir hayat yaşar, yaşayan ölüye döner. Yaşamanın asıl dinamiğini yitirir; varoluşuna mukabelesi eksik kalır.

Borçluluk bilinciyle yaşamak, var edildiğini fark eden her insanın standardıdır. Yaratılanın yaratıldığını görmesi, ‘norm’dur.

“Dindar” diyerek, ‘din’i yaşayanları bir kenarda tutanlar, üstü kapalı olarak, kendi unutkanlıklarını, gafletlerini, nankörlüklerini, şükürsüzlüklerini, hayretsizliklerini, aldırışsızlıklarını normal saymaya kalkar. Tükettikçe var olduğunu sanmayı, çoğaltma tutkusuyla oyalanmayı, gelip geçici eşya ile oynamayı, görüntülerin sığlığına sığınmayı küstahça merkeze oturtur.Hayatın kendisine borç verildiğini göz ardı ederek yaşamayı standart kabul eder. Bunlara göre ana-akım yaşama, inkârla yaşamaktır; imanla yaşamak küçümsenecek bir tavırdır. En iyi ihtimalle, hoş görülecek takıntılı bir tavırdır.

Kendisin var edene şükürle secde etmeye ‘takmış’ zavallıları tanımlamak, bu ‘şükürsüznormaller’in yetkisine kalmıştır. Hayret ve minnetini tesbih ve tahmidle ifade eden ‘anormaller’, hayretsiz ve minnetsizlerin gözünde bir tür artefakttır, füruattır. Şükürsüz gafiller öznedir de, şükür telaşında olan uyanıklar nesnedir. Hayretsiz cahiller asil gözlemcidirler de, hayret ehli olanlar, şükür sevdası içinde olanlar gözlenendir; laboratuvar faresi gibi müşahede altındadır. Gafiller ölçer, uyanıklar ölçülür. Şükürsüzler tartar, şükredenler tartılır. Ne hoş değil mi?

Sözün özü, ‘din’i, yani ‘borçluluk bilinci’ni yaşamayanlar kendi laik bigâneliklerinimerkeze koyar, borçluluk bilinciyle yaşayanların uyanıklığını kenar malzeme sınıfında tutar. “Dindar” sıfatı tam da bunun için icat edilmiş olmalı. ‘Dindar’ tanımlanandır, bir alt sınıf var oluş düzeyindedir.

Şu gerçekle bir yüzleşelim. Elimizde bir kâinat var; onun da bir Yaradan’ı var. Başka türlüsü mümkün değil. O halde, kendini merkez sayanların ‘dindar’ dediği, varoluşun temel gerçeğine göre hareket eder. O ‘dindar’ bir nesne değil, ‘adam gibi adam’ öznedir.

Secde etmek, var oluşun asıl meyvesidir. Namaz kılmak, ‘adam olma’nınonurlu duruşudur. Kulluğunu eyleme dökenler öznedir. ‘Yaratılmış’ olduğunu inkâr etmeler arızalı bir görüntüdür. Din ehli olmak, ‘dindar’ kelimesiyle bir köşeye itilecek garabet değil, var olmanın hakkını vermenin ana yoludur, biricik meyvesidir.

Ne diyordu Nasreddin Hoca: “Sana yapıştırdıkları ‘dindar’ sıfatını kabul ettiysen, laikliği çoktan şapka diye geçirmişlerdir başına… İlle de eşeğe bineceksen, tersinden bin. Bu taraklara bez bırakma…”