“İşte bu benim Ayasofya vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camii’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse,

Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanlar’ın ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.

Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.”

Böyle diyordu büyük Sultan. Sanki manevi bir perde de 481 yıl sonra olacakları görmüş gibi tedbir almıştı vakfiyesini hazırlarken. Sahi bir hükümdar neden bir “bina” için böyle büyük bir tedbir alma yoluna gitsin; Anadolu’nun yanı sıra Sırbistan, Mora, Eflak, Bosna-Hersek, Boğdan, Arnavutluk, Ege ve Kırım’ın Fatih’i? Bu yazıda naçizane (dilimiz döndüğünce-Eksik kalırsa kusur bendedir) Ayasofya’nın temsil ettiği manaya dikkat çekmeye çalışacağız.

Bediüzzaman’ın “ittihad” sembolü!

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin daha sonra Volkan Gazetesi’nde neşrettiği 1909 yılında Ayasofya’da yaptığı konuşmada kullandığı ifadeler oldukça dikkat çekici. Hayatının neredeyse tamamını İttihad-ı İslam gayesini hayata geçirecek ölçüleri koymaya adamış bir dava adamı olan Bediüzzaman, konuşmasında “Biz Kalu Bela’dan Cem’iyet-i Muhammedi’de (ASM) dâhiliz. Cihet’ül-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman (sözleşme, anlaşma, ahitleşme) ve yeminimiz imandır. Mademki Allah’ı bir biliyoruz, bir ve beraberiz” diyerek İttihad-ı İslam’ın yegâne düsturunu ortaya koyuyor. Sözlerinin devamında “Her bir mü’min İ’la-yı Kelimetullah ile mükelleftir” diyen Bediüzzaman, maddi terakkinin önemine de vurgu yaparak, yabancıların teknoloji ve sanayi silahıyla bizleri manevi bir istibdat altında ezdiklerini belirtiyor. İ’la-yı Kelimetullah’ın en müthiş düşmanının cehalet, fakirlik ve ihtilaf-ı efkâr (fikir ayrılığı) olduğuna vurgu yapan Said Nursi, bu düşmanları (konuşmasında fen ve sanat ile sınırlandırsa da neşrettiği Risale-i Nurlar’ın muhtelif yerlerinde) “Sanat, marifet ve ittifak” yoluyla yenebileceğimizi söylüyor.

Bediüzzaman’ın Ayasofya’ya verdiği önem

İttifak! Evet, Bediüzzaman’ın Ayasofya’da gerçekleştirdiği ve daha sonra Volkan Gazetesi’nde neşredilen konuşmasında “ittifak” vurgusu öne çıkıyor. Bütün hayatı boyunca talebelerine “İhtilafa düşmeyin” tavsiyesinde bulunan Bediüzzaman’ın en büyük arzusu da İttihad-ı İslam’dı. 1909 yılında, dönemin şartlarına bakıldığında fikren ve cismen parçalanma yoluna giden İslam Âlemi’nin ayakta kalmasının ve İ’layı Kelimetullah’ın devam edebilmesi adına gereken en önemli belki de tek şart İttihad-ı İslam. Böyle bir vurgunun Ayasofya’da gerçekleştirilen bir konuşmada yapılması sembolik bir mana da taşıyor aynı zamanda. Ayasofya henüz müzeye çevrilmemiş. Yani Bediüzzaman’ın Ayasofya’ya verdiği önem ve ona yüklediği anlam romantik bir söylemden öte, öze dönük bir yaklaşım. Zira Ayasofya’nın müzeye çevrildiğini duyduğu zaman oldukça müteessir olur. Tek parti zulmünün sona ermesiyle birlikte Bediüzzaman, Başbakan olan Adnan Menderes’i Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirmesinden dolayı tebrik ederek, Ayasofya’nın da acilen yeniden asli vazifesine döndürülmesi gerektiğini söyler.

Necip Fazıl’ın “Mana” aşkı!

Necip Fazıl ise, Ayasofya için yaptığı bir konuşmada Ayasofya’nın taşıdığı manaya dikkat çekiyor. Öyle ki hitabenin neredeyse tamamı manaya ayrılmış. Ayasofya üzerine çok laf ettik” (bugün de çok laf ediyoruz) diye söze başlayan Necip Fazıl, “Ama lâfta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!” ifadeleriyle acı gerçeği yüzümüze vuruyor. Bunun nedenini yazının devamında sorgulayacağız nasipse, ama önce Necip Fazıl’ın ‘mana’ya dikkat çeken sözlerine kulak verelim:

“Bana öyle geliyor ki, yalnız mânayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra her şey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.”

Mana? Bir hükümdar bir şehri fethediyor, o şehrin en büyük kilisesini camiye çeviriyor. Ne gerek vardı? Yeni bir cami yapılmasını bekleyemez miydi?

Yunan’a davet mi?

Ama öyle değil!

“Fatih, İstanbul’u fethedip onun kalbi Ayasofya’da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa’da kırılıp Viyana’da tekrar Batı’yı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti. Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir” diye devam ediyor Necip Fazıl:

“(…)Salib’in ağırlığından kurtarılıp hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe…

(…)Duvarlarından Allah ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazılıp putlar meydana çıkarılıyor ve Hilâlden ziyade Salib’in faziletlerini ilâna memur bir müze, yani içinde İslâmiyet’in gömülü olduğu bir lahit haline getiriliyor.

(…)Üstelik her an Salib’in ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk’ün ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu Hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, ‘Buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!’ diyen bir hava yaşatıyor.

(…)Ayasofya’yı kapalı tutmak, Yunanlı’ya ‘Ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!’ demekten farksızdır.”

Her anlamda “ittifak” sembolü

Fatih Sultan Mehmed’i, Yavuz Sultan Selim’i ve dahi içlerinde çokça veli zatlar olan Osmanlı Sultanlarını alelade krallar, hükümdarlarla eş tutacaksak mesele yok. Lakin, adı geçen sultanların ve karşısında onlara düşmanlık eden kralların temsil ettiklerine bakacak olursak mesele tahmin ettiğimizden de derin. Toprak kazanmak, fetih arzusunu yerine getirmekten ziyade İ’la-yı Kelimetullah için yol alan Osmanlı’nın karşısına haliyle büyük bir Haçlı duvarı çıkıyor. Osmanlı’dan önce de gerek Emeviler, gerek Abbasiler döneminde benzer bir mücadele var. Yaşanan aslında kralların toprak kavgası değil Hilal ve Haç mücadelesi. O halde meseleyi bir bölgeyi fethetmekten çıkarıp sembolize edelim. Ortodoks inanışının kalbi İstanbul fethediliyor ve inşa edilişini takip eden yüzyılda, Katolik ve Ortodoks mezheplerinin birleştirilmesi için toplantılar düzenlenen Ayasofya camiye dönüştürülüyor. Bu dönüşüm Hilal’in Haç’a karşı kazandığı en önemli zaferlerden biri olarak tarihe geçiyor.

Hadise nail olan Sultan’ın farkı!

Nakl-i sahih-i kat’î (Kesin ve doğru şekilde nakledilmiş) “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur” hadisinin İstanbul’un fethi konusunda önemli bir motivasyon sağladığı oldukça açık. Bu şerefe nail olmak için (müfteriler aksini iddia etse de) sağlam bir imana sahip olan Sultan Mehmed, ayrıca teknik anlamda da oldukça donanımlı bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Zaten devrinin hükümdarlarına karşı en önemli farkı da bu. Dil bilen, mühendislik bilgisine sahip bir Sultan kendisi. Burada düşmana karşı galip gelmenin şartlarını ortaya koyan Bediüzzaman Said Nursi’nin sözlerini yeniden hatırlatalım. Geri kalışımızın sebebini “Cehalet, zaruret (Çaresizlik. Muhtaçlık, yoksulluk, şiddetli ihtiyaç, fakirlik) ve ihtilaf” olarak açıklayan Bediüzzaman bunun “San’at (Sanayi-teknoloji), marifet (Eğitim), ittifak!” ile aşılacağını belirtiyordu. Fatih Sultan Mehmed’in bu üç şartı da yerine getirdiğine emin olabiliriz.

Bizans yeniden diriltiliyor!

Gerek Bediüzzaman’ın Ayasofya’da yaptığı konuşmaya, gerek Necip Fazıl’ın Ayasofya üzerine söylediklerine bakarak şu çıkarımda bulunabiliriz: Ayasofya önemli bir temsil makamında. Ayasofya sadece bir fetih sembolü değil. Ayasofya bir ruh. Ayasofya Hilal ile Haç mücadelesinde Hilal’in Haç’a galip gelmesinin sembolüdür. Ayasofya, türlü entrikalarla İslam beldelerini fesada boğan Bizans’ın (Haçlı Zihniyeti’nin) manen de yıkılışının sembolüdür. Restorasyon bahanesiyle yaklaşık 5 yıl kapalı tutulan mabed; İngiltere, Fransa, Yunanistan ve İtalya’dan gelen savaş tehdidi karşısında 2 Şubat 1935 tarihinde bir “kararname” ile müzeye çevrildi. İstanbul’un işgali sırasında kapısından içeri adım atmaya korktukları Ayasofya; İngiltere, Fransa ve İtalya için neden bu kadar önemliydi ki?

Önemli NOT: Ayasofya’nın 1930’dan sonraki restorasyon çalışmasında ve iç duvarların sıvadan temizlenmesi işini yapan kuruluşun ismi, The Byzantine Institute of America (Amerikan Bizans Enstitüsü).

“Ayasofya açılsın” demekle ne kadar samimiyiz?

Osmanlı’nın fiilen yıkılışı ile birlikte Osmanlı’yı manevi olarak da bitirmek isteyen Haçlı (Bizans Zihniyeti) bu kutlu mabedi camiden başka bir şeye çevirerek Hilal’e karşı bir üstünlük sağlamış oldu. Hilal’i yıkamadılar; evet çünkü kiliseye çeviremediler. Ama mahzun kuru bir binaya dönüştürdüler. Burada Ayasofya’nın yeniden cami olmasını “canı gönülden” isteyenler için büyük bir parantez açmak istiyorum. (Sözün muhatabı başta nefsimdir…)

Meydan okumaya hazır mıyız?

Ayasofya’nın camiye çevrilmesini istemek konusunda belki de biraz kendimize ayna tutmamız gerekiyor. Bunu yapmaya; hatta istemeye ne kadar layığız? Gerçekten Ayasofya bugün camiye çevrilse, Ayasofya’nın temsil ettiği değerleri sahiplenecek bilinç ve kavrayışa sahip miyiz? Yoksa “Açılsın ya” diyerek romantik bir sevdanın peşinde miyiz? Açılsın da açılınca ne olacak? Dile getirdiğimiz birçok hakikatin slogandan öteye geçmediği, yaşantımıza yansımadığı düşünüldüğünde Ayasofya’nın taşıdığı manayı yüklenebilecek miyiz? Ayasofya’yı yeniden ibadete açmak; Bizans zihniyetinin bugünkü temsilcisi olan ve türlü desiselerle Âlem-i İslam’ı fesada boğan emperyalistlere meydan okumak anlamına geliyor. Peki, bu meydan okumayı yapabilecek cesaret ve hamiyete sahip miyiz? Önce bu sorulara hamasi değil samimi bir cevap verelim önce. Sosyal medyada “Müze kartla, biletle, ayakkabıyla değil abdest alarak girmek istiyoruz” gibi romantik söylemlerden ziyade manayı kavrayıp ona göre taleplerde bulunabilirsek ve Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesiyle birlikte karşılaşacağımız zorluklara karşı göğüs gerecek cesareti gösterebilirsek daha çabuk netice alacağımızı düşünüyorum…