Amcam, dayım, bir kardeşim hâlâ Hamburg’ta, Münih’te, Berlin’de. Kardeşimin olağanüstü Almanya hikâyeleri var bir gün anlatırım, nasipse. Babamsa bir vakit namazını kaçırmış ve ertesi gün dönmüş vatan topraklarına. “Ben namaz kılamadığım ülkede yaşamam” diyerek.
Aşk olsun. Mekânı cennet olsun.
Allah’a şükür o günler geride kaldı Almancıların dünyasında. Namazlarını da kılıyorlar, oruçlarını da tutuyorlar. Hatta daha da ileri gidip Hilafet ilanında bulunan hocalarımız bile var. Almanyalardan Türkiye’ye para aktı, enerji aktı, dualar aktı. Dramatik hikâyeler aktı. Bir ara utanç verici muhafazakâr holding maceralarımız bile oldu. Bizimkilerin Almanya macerasını anlatmaya kalksak dünyanın kütüphanelerini dolduracak kitaplar yazılır.
Şimdi o topraklarda bilmem kaçıncı kuşak yaşıyor. Her bir kuşağın ayrı hikâyesi var.
Milli görüş okullarından, Alperen ocaklarına, Diyanet’in organizasyonlarından Süleymancıların pırıl pırıl mescitlerine kadar bir küçük Türkiye kurulmuş oralarda. Milyonlarca işçinin yanı sıra, pek çok girişimci, sanayici, akademisyen de faaliyet gösteriyor Almanya topraklarında.
Her yerde Türk restoranları.
Velhasıl “yeni Türkiye” oluyor da “yeni Almanya” niye olmasın…
Ben de merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun dostlarından Neumünster’de yaşayan Murat Ortaçer’in davetlisi olarak Almanya’da beş gün geçirdim. Yol arkadaşlarım, kadim dostum Halil İbrahim Yılmaz ve sevgili Yavuz Aliağıroğlu. Yola çıkarken arkadaş önemli. Halil İbrahim’in dostluğu, muhabbeti bir yana, Allah her yolcuya Aliağıroğlu gibi bir yolcu da nasip etsin. Üstünüzdeki yükü alıyor bir kere; herkese, alaylı mektepli ayrımı yapmadan ayrı ayrı, özel özel vakitler ayırıyor, herkese muazzam bir şefkati var. Türkiye’nin, İslam dünyasının gidişatını, ülkücü hareketin durumunu, seçimleri, Kürt sürecini tane tane anlatıyor. Çanakkale Şehitleri ve Muhsin Yazıcıoğlu’nu anma toplantısında yaptığı muazzam konuşmayla tüm gönülleri fethetti, bizi de konuşma sorumluluğundan kurtardı.
Allah’a şükür biz Alperenleri, onlar da bizi sevdi. Onlarla geçen zamanı anlatmayı başka bir yazıya bırakarak gördüğüm Almanya’dan bahsedeyim biraz.
Almanya demek çalışanların ülkesi demek. İşçilerin, fabrikaların, güzel evlerin, yeşil sahaların ülkesi. Hayat düzenli, trafik düzenli, tebessümler vakitlere ayarlı.
Almanya demek biraz da otomobil demek. Otomobili bu kadar seven, dünyada başka bir millet var mı bilmiyorum. Bir de sabah kahvesini. Malum, dünyanın en çok bilinen/tanınan otomobillerini onlar üretiyor. Bir de o markaların sahipleri devlet kadar güçlüler. Alman devletine vergi paketinden tutun da hız sınırına kadar her mevzuda tahakkümleri var. Danimarka’yı, İtalya’yı biliyorum mesela, oralarda otomobillere hız sınırı konuyor. Almanya’da otobanda bir sınır yok, basıp gidin 400 km ile… Ben de Almanlardaki o otomobil hazzını anlamaya çalışıyorum bir taraftan. Konuşmadığım, soru sormadığım kimse kalmadı neredeyse. Ulaştığım sonuç şu, 500 beygirlik bir araba kendi ülkesinde tam gaz gidemiyorsa dünyaya nasıl seslenecek; nasıl girecek dünya pazarına? “İşte bizim arabamız bu” mesajı veriyorlar dünyaya. Alman otomobil tutkunu ise varoluşunu onunla gerçekleştiriyor. Araba ayrıca hayatın vazgeçilmezi orada. Eş gibi. Beş kişinin yaşadığı evde altı araba var. Ortalama bir Alman varoluşunu otomobille gerçekleştiriyor dedim, çünkü ‘Tanrıyı’ göremedim ben Almanya’da. Kiliseye bile gittim, orada bile yoktu. Arka tarafta büzüşmüş iki kişi dışında kimse görünmüyordu. Günlük hayattan çıkarmışlar İsa Aleyhisselam’ı, Musa Aleyhisselam’ı. Ha, edebiyatta, siyasette hissedilir bir Hıristiyanlık motivasyonu var.
Mutlu gözüküyorlar. Kızları güzel, oğlanları sarışın. Yollarda pek az çocuk var. Domuza bayılıyorlar. Ucuz bir de. Bizimkilerin ise kırmızı çizgisi domuz. Ateistimiz bile dokunmuyor domuz etine. Gerçi dünya domuz ihtiyacının çoğunu Almanya değil Danimarka gerçekleştiriyormuş, bu bilgiyi de orada öğrendim. Domuz çitlikleri, domuz tarlaları şampiyonu Danimarka. Danimarka otabanları, Almanya Danimarka yolları domuz tırlarıyla dolup taşıyor.
Almanlık diye bir şey var. Alman milleti, Alman devleti var ve bir millet olduğunu, bir devlet olduğunu hissediyorsunuz. Dilini, felsefesini, kültürünü, dünya diline, dünya felsefesine dönüştürmüşler.
Tam özürlülere göre bir memleket. Yolları, devletin özürlü hassasiyeti ve özürlüye bakışı eşitlemiş onları diğer vatandaşlarla. Sosyal devlet dedikleri şey neyse birazcık var orada. Kurumlar oturmuş, imar planları her ay değişmiyor. Ha, şunu söylememiz lazım, yolda kaza yapan bir Alman, devletten yardım istiyor, insandan değil. İnsana güvenmiyor, devlete inanıyor. Devlet de bana mısın demiyor, koşturuyor her yere. Dilencileri var, bizimkilere benzemiyor. Şarkı söyleyerek, bir gösteri içinde dileniyorlar. Kırmızı tuğlalı evleri çok estetik. Dilleri zor, caddeleri temiz, meydanları güzel, hayat pahalı. Alman kafası mekanik. Otomobile ayarlı kafalar. Otomobil gibi çalışıyor.
Çok göçmeni var. Balkanlardan, İran’dan, Orta Doğu ve Uzak Asya’dan… Türkler var; güçlü, gariban, Türkiye sevdalısı, evlerindeki antenler Çankırı’ya, Edirne’ye, Erzincan’a dönük. Alman televizyonundan çok Türkiye’deki hava durumunu izleyen ve bunu her akşam yapan Yozgatlıların, Şarkışlalıların, Kırşehirlilerin ülkesi Almanya. Kürtler var; babayiğit, cömert. PKK’lılar var bol miktarda, gâvurlaşmışlar.
Tabii 85 milyonluk Almanya, long story… Eyaletleri var; doğusu batısı var. Futbolu, iyi futbolcuları var. Birası var. Evangalistlerin bölgesi var, Amerikan üsleri, Yahudisi, yabancı düşmanlığı, Türkiye karşıtlığı, Bremen mızıkacıları var. İmmanuel Kant’ı, Arthur Schopenhauer’i var. Almanya diye bir ülke var, Almanlık diye bir şey var.
Almanlık diye bir şey var. Alman milleti, Alman devleti var ve bir millet olduğunu, bir devlet olduğunu hissediyorsunuz. Dilini, felsefesini, kültürünü, dünya diline, dünya felsefesine dönüştürmüşler.