Çocukken istisnasız hepimiz, alabildiğince yalın düşüncelerle biran önce büyümenin telaşındaydık. Çünkü hepimizin geleceğe dair hayalleri, akıntıya karşı kürek çeken sağlam hedefleri vardı. Öyle bir zamanda ve öyle bir jenerasyona doğduk ki biz, hayallerimiz hep gerçeklerden daha büyük oldu. Yüreklerimizi ısıtan masum düşler hiç bırakmazdı yakamızı. Öyle düşündüğünüz gibi lüks şeyler yoktu gönlümüzde. Haddimizi bilir, büyük ve sınırsız şeyler istemezdik. Hayallerin sınırsız olduğunu bile bile onu bile idareli kullanırdık. İstanbul’da vapurla karşıya geçerken martılara simit atmak elbette bize de fantastik gelirdi, lakin direksiyonunda oturduğumuz ve bize ait bir otomobil ya da pembe panjurlu bir ev, her zaman çok daha cazipti. Hayat bize çok uzun gelir, zaman bir türlü geçmezdi. Oysa hem yapacak çok işimiz, bir o kadarda çok zamanımız vardı…

Nedense gelmez, bitmez, çok uzun dediğimiz yıllar çok çabuk gelip geçmişti. Büyümeyi beklerken birde bakmıştık ki yaşlanmışız bile… Hayaller mi sormayın gitsin. Hayat bize artık kendi gözlerimizle bakmayı öğretmişti. Bir baktık ki biz büyüdükçe hayallerimiz birden küçülüverdi. Çalıştık, kazandık, arabada oldu, evde… Lakin bu seferde onların ardından koşmaya artık ne takatimiz nede vaktimiz kalmıştı. Hayatın curcunasında yaşama sevincimiz hızla irtifa kaybediyor, yaşananlara katlanamıyor, canımızı bile zor taşır hale gelmiştik. Gözlerimizin boyası gitmiş, konuşmaya bile mecalimiz kalmamıştı. Ah bileydik keşke hayatın bu kadar kısa olduğunu, ömrümüzü budayan dünyalık şeylere hiç zaman harcar mıydık? Anladık ki acılarla şerbetlenen kısa ömrümüzde artık kalp mana arar olmuştu. Derin derin susuyorduk artık. Hem söylemen gerekenleri artık eskisi gibide söyleyemiyorsun. Alayını içine atıp sessiz bir çığlıkla sadece susuyorsun. Susmanın sadece ölülere mahsus olduğunu bildiğin halde suskunluğu üzerine kefen yapar ve susarsın…

Evet, kabul edelim ki yaşlılık zorlu bir yüktür. Yaşlanınca gün be gün dayanma gücün ve takatin kesilir. Kara toprağın kara koynuna girmezden evvel ete batmış bir kıymık gibi canını çok fena acıtır. Lakin bilesin ki gönül kıvamın dorukta, sevgi en uçta, alınganlık diz boyundadır. Kabuk bağlamış yaraların için gözyaşında yıkanmak, söylenmek, nasihat, alınganlık artık seninledir. Esasen tüm bunlar aslına yani Allah’a dönüşünün bir habercisidir.

Elhak! Demem o ki kıymetli dostlar; gençlerin bilsem, yaşlıların yapabilsem dediği bu hayat, insana verilmiş ve kıymeti asla anlaşılamamış büyük bir nimettir. Çocukluk, gençlik, yaşlılık derken mevsimler durmaksızın hep gelip geçer. Şu intiham dünyasında hayat, hiç kimse için asla kolay değildir. Lakin bize düşen hakikate uyanmak ve imkân el verdiği sürece zora talip olup Cenâb-ı Hakk’ın rızası istikametinde koşturmaktır. Bu, hem vazifemiz hem de dinimize karşı borcumuzdur. Yaşına başına aldırmadan hak bildiği davası için deve sırtında İstanbul’a kadar gelmiş ve nihayetinde surların dibinde vefat etmiş Ebû Eyyüb el-Ensarî Hazretleri bizim için en iyi örnektir. Unutmayın!

“Allah kimseye kaldıramayacağı bir yük yüklemez!’’

Selametle…