Bilinçaltımıza yüklenen bu tanımlar, bizim adım atmamıza engel olarak, bizi atalete sürüklüyor. Bir müddet sonrada atalet bizi tembelliğe ve ümitsizliğe götürüyor. Bu kendine güvensizlik duygusu, bizi kuvvete ve kuvvetliye teslim ediyor. İstenen de tam buydu zaten. Kendi gölgesinden korkan bir birey, millet meydana getirmek.

İradenin bu şekilde teslimiyeti, gevşekliği insanı kaderci yapıyor. Sonra da elimiz, ayağımız buz kesiliyor. İş yapabilme cesaretin kırılıyor. Bu teslimiyet her safhada kendisini gösterirken yeni nesiller hız ve hazzın peşinde ayartılarak kendi özbenliklerinde uzaklaşıp Narsist benliğe bürünüyor. Üretimden uzak, tamamen tüketen bireyler halini geliyor. Tüketim köleleştiriyor zihinleri.

Böylelikle her yeni doğuş çabası tamamen kaba kuvvetin esiri oluyor. Kaba kuvvete teslim oluyor. Ezmek, çiğnemek, alt etmek, boğazlamak, merhamet göstermemek… duygularıyla hem kendini hem etrafını yakıyor, yıkıyor, körleşiyor.

Her devir kendi gençliğini yetiştirdi. Yetiştirdiği gençliğin gururunu yaşayarak var oldu. Gençliğin geleceği ülkenin geleceği, yarınlara umutla bakmanın heyecanıydı. Gençlik yıllarında ekilen tohumlar boy filiz vermeye başlayınca, dalların meyveye durması gurur ve heyecan kaynağı oldu. Topluma ve uluslara baharın ve geleceğin müjdesini aşıladı.

Bu müjdeye layık olmak için, bize biçilen ve üzerimize kalan “tanımlanma” duygusundan kurtulup, “tanımlayan” olmadığımız müddetçe gülistanımıza bahar gelmeyecektir.

Bu duygudan kurtuluşun anahtarı, öz ve yerli bir “Milli Eğitim” felsefini oluşturarak, milli bir eğitim sistemine sahip olmaktır. Bunun için de alışılmışın dışında iş ve işler yapma cesaretini kendimizde bulmalıyız. O, öz güveni iliklerimize kadar hissetmeliyiz, hissetirmeliyiz.

Alışılmışın dışına çıkmak cesaret ister. Kendinize güvenmenizi ister. Kınayıcıların kınamasına aldırış etmeden yürümenizi ister. Bu yolda bol iftira, bol karalama, bol eleştiri, ayıplanma, hareketlere katlanma ister. Zorluklara göğüs germe azim ve kararlığı ister.

Kur’an-ı Kerim’in 19. suresi Meryem Suresi’dir. Bu sureyi bir başka açıdan dikkatlerinize sunmak isterim. Hz. Meryem, Hz. Zekeriya’nın gözetiminde terbiye ve eğitim öğretimini tamamlar. Genç bir kız halini alır.

O ana kadar hiçbir toplumda rastlanmayan alışılmışın dışında bir olaya sahne olur. Toplumun sinir uçlarını hoplatır. Gücü elinde bulunduran baronlar ve Karunlar toplumu istedikleri tanımlayanlar, alışılmışın dışında yaşan bu olay karşısında tam fırsatıdır diyerek, bir linç kampanyası başlatırlar. O zamanın medyası ve entelektüelleri destek vermekte gecikmezler.

Nasıl olur da “Babasız bir çocuğa sahip olunabilir!” akıllar durur. İftiralar başlar. Karalamalar başlar. Dedikodular başlar. Hz. Zekeriya (as) da bundan nasibini alır. Meryem’i bilen, verdiği eğitimden emin olan Hz. Zekeriya (as) da susar bekler. Bekler çünkü öğrencisine olan güveni tamdır.

Meryem susar. Konuşmaz üç gün. Ve nihayet kucaktaki çocuk konuşur. Hakikati haykırır duymak istemeyen kulaklara. Görmek istemeyen gözlere gösterir, bir mucizeyi bizatihi kendi olarak.

Nihayet alışılagelmişin paradigması kırılır, yerle yeksan olur. Genç bir kız toplumun alışla gelmiş tüm kanunları siler atar. Yeniden bir uyanışın, varoluşun tohumlarını eker. Asırlar sonrasına bir model sunar, bir model olur. Uyuyan toplumlarının uyanışının nasıl olacağını haykırır.

Alışılagelmişlik tuzağını parçalayıp atabilme cesaretini, genç beyinlere ancak yerli ve milli olan bir eğitim sistemiyle, bu cesareti kendinde bulan öğretmenler yapabilecektir.