İnsan iki türlü yük taşır:
Maddi ve manevi…
Her ikisi arasında sürekli bir denge kurmak çabasındadır ömrü boyunca.
Hayat dediğimiz dehlize yahut yerküreye gelmek bizim ihtiyarımızda değil. Yani bu kaderi biz belirlemiyoruz. Dünyaya doğmuş olmak kaderi O’nun tasarrufu…
Biz sadece kaderimizi yaşıyoruz; maddi ve manevi olarak…
Maddi yükler en büyük imtihanımız…
Parklarla, ağaçlarla, parayla, makamla, eşle, çocukla derin bir imtihandayız.
İbadetle, sevapla, merhametle, vicdanla da…
Bunların hiçbirinin dili yok.
O yüzden dengeyi ve kırılma noktasını iyi planlamamız gerekiyor.
“Üç günlük dünya” der atalarımız…
Sahiden de üç günlük dünya…
Önümüzde mahalli idareler, yeni tabirle yerel yönetimler seçimi var. Yurttaş olarak derin bir imtihanın içine doğru koşuyoruz. Seçilmek için aday gösterilenler de başka bir imtihanın parçası.
Kimi siyasetçileri biliriz: Öldüklerinde ayaklarında bir çift Sümer ayakkabısı vardı. Üstelik borçları da… Miras olarak evlatlarına sadece şeref ve onur bıraktılar.
Bakanlık koltuklarında oturmuş kimileri de ya intihar etti yahut üç-beş kuruş için katledildiler.
Aklıselim zamanı.
Adım atmakla ‘adım atmak’ arasında çok önemli bir fark var.
İki türlü atılabilir adım: Biri ileri, diğeri geri.
Dolayısıyla bu süreci böyle okumak, ona göre hareket etmek gerekiyor.
Prof. Dr. Niyazi Kahveci’nin (merhum Adnan Kahveci’nin yeğeni) “Çağımız ve Türkiye” kitabında önemli tespitler var.
Diyor ki: “Aklınızın mevcut çapını genişletmeden mevcudun dışına çıkamazsınız. Türkçede akıl nedir, nasıl çalışır diye bir kitap yok.”
Yok, çünkü akılla bir işimiz yok. Akılla ve bilgiyle…
Kahveci, ince bir ironiyle yeni tartışma alanları açıyor, mayına basıyor: “Adam ilahiyat profesörü olmuş, yaptığı iş VIP cenaze namazı, VIP umre…”
Ekonomik ensestten söz ediyor, felsefe üniversitesinin yokluğunun eksiklerini anlatıyor, şeyhlik kavramının nasıl totemizme dönüştüğüne eleştirel bir yaklaşım getiriyor…
İşte bu yeni dönem –aslında her seçim dönemi- bütün bu sakatlıkları gidermek için bir umut dönemi. Yani yerelden başlayarak ileri bir adım atma dönemi…
Maddi yükü geçtik, herkes kendi ağırlığınca taşıyor zaten…
Manevi yüklerin altında inim inim inlediğimiz dönemleri yaşadık, yaşıyoruz.
Prof. Kahveci’nin dediği gibi, “Bu ülkede en çok satılan ve en çok satın alınan ama hiç kullanılmayan tek şey dindir.”
Ama din satın alınan bir şey olmamalıdır değil mi?
Eğer dini satın alıyorsak burada çok ciddi problem/ler var demektir. Bu problemlerin faturası da ağır olur. Sonra “bu kafa bir adamı büyütür ardından da kendini ona öldürtür.”
Siyasetten girip nereye mi geldik?
Tam da konunun ortasına…
Kiralık kapitalizm, kiralık felsefe, kiralık siyaset, satın alınan din…
Hepsini toptan reddederek…
Bu milletin öz sermayesine, öz değerlerine, öz güvenlerine ve sadakatine güvenerek ‘bizim’ siyasetimizi sandıklara yansıtmamız lazım.
Demek istediğim budur.
Yani, “kiralık siyaset ile bağımsızlık olmaz…”