Birkaç yıl önce -birkaç yıl dediğim yaklaşık on sene- bir geceyi dışarıda geçirmek zorunda kalmıştık. Yanımda çok sevdiğim bir arkadaşla beraber, bulunduğumuz küçük şehrin gece boyu açık olan tek çay bahçesi, terminal çay ocağına gittik. Burada sabah namazına kadar oturur, mescitte namazı kılar sonra da işimize bakarız diye düşündük.
Neyse efendim, çaylarımızı içtik, vakit geldi. Ben hesabı ödemek üzere ayağa kalktım. Birkaç adım attığımda yöneldiğim masadaki adam bana seslendi:
-Bir ağrı kesici, bir de çay…
-Ağrı kesici yok efendim, dört çay…
– Dört çay mı? Olur mu ya bir çay, bir de ağrı kesici…
-Efendim ağrı kesici bizim değil, sadece dört tane çayımız var…
-Yahu olur mu dört çay, bir çay bir de ağrı kesici…
Benim sinirlerim gerilmeye başlıyordu. Hesabı öderken yalan mı söyleyecektim adama? Öfkeli bir şekilde diyaloğu devam ettirdim:
-Abicim, dört tane çayımız var, yok ağrı kesici falan! Yalan mı söyleyeceğiz yani!
-Abi, ne bağırıyorsun, bir çay bir de ağrı kesici diyorum…
-Ya yok ağrı kesici falan be kardeşim! Dört tane çay var!
-Ya Abi ne yapayım dört tane çayı, bir çay…
İyice kafam atmıştı ki birden kolumdan biri kavradı. Soluma dönüp hiddetle baktım. Çay bahçesinin sahibi sakin bir yüzle bana bakıyordu. Onu öyle görünce daha da öfkelendim. Ama adam hafif bir gülümsemeyle:
-Kardeşim, o adam müşteri, kasa bu tarafta, dedi.
Sonra masadaki “ağrı kesici” deyip duran adama döndü:
-Bu adam garson değil, müşteri. Hesabı ödemeye gidiyordu, siz onu garson zannettiniz o da sizi kasadaki görevli sandı, dedi.
Kısa bir sessizlik oldu, hayatımda yaşadığım en büyük kafa karışıklıklarından birini yerdeki parke taşlarına anlamsızca bakarak çözdüm. Meseleyi anlamam biraz zaman aldı. Ardından tüm çay bahçesini saran kahkaha tufanı…
Peki olayın tamamen dışında bulunan çay bahçesi sahibi meseleyi anladı da olayın asıl kahramanları olan biz iki müşteri neden bir türlü anlaşamadık?
Birincisi;şartlanmıştık ve ön kabullerimiz vardı. Ben karşıdaki adamı kasiyer olarak kabul etmiş ve ısrarla hesabı ona ödemeye çalışıyordum. O da beni garson olarak görüyor ve siparişinin getirilmesini istiyordu.
Benim kafamda o bir kasiyerdi ve ısrarla benim söylediğim şeye muhalefet ediyordu, onun kafasında ise ben bir garsondum ve görevimi yerine getirmem gerekirken saçmalayıp duruyordum. Bu önyargılarla başlayan iletişim, başından sakat doğmuştu…
İkincisi; söylediklerimizin karşıdakinde uyandırdığı etkiyi görmezden geliyorduk. Karşıdaki söylediklerimizi tam olarak anlamayınca öfkeleniyorduk. İki taraf da “Bi’ dakika arkadaş. Ben bir şey söylüyorum, karşıdakinden istediğim cevabı alamıyorum. Bir sorun var, karşı taraftan gelen tepkiler benim istediğim şekilde değil. Düzeltilmesi gereken yeri tespit edip düzeltmeliyim” demiyorduk.
Üçüncüsü; biz aynı cümleleri tekrar edip duruyorduk. Aynı şeyi söylüyor ama farklı bir cevap almayı bekliyorduk Bu olmayınca da kızıyorduk. Hâlbuki cümleyi biraz değiştirip yeniden kursaydık her şey daha anlaşılır olabilirdi. Mesela ben “Abi, ben hesabı ödeyeceğim. Dört tane çay içtik ne kadar ödememiz gerekiyor?” deseydim mesele hallolacaktı.
Dördüncüsü; sükûnetimizi muhafaza edemiyorduk. Sakin kafayla düşünmediğimiz için içinde bulunduğumuz durumun garipliğini kavrayamıyor, debelendikçe debeleniyorduk. Hâlbuki “Ne oluyor yahu” deyip bir nefes alsak sahnelediğimiz komedinin farkına varacaktık.
İşte efendim, geceyi dışarıda geçiren bir gencin acemiliği ile otobüsten yeni inmiş, başı ağrıyan, yorgun bir adamın “İletişim nasıl kurulamaz” konulu uygulamalı eğitiminden edindiğim ders notları bunlar. Siz de bu derse katkıda bulunabilir, ders çıkarıp başta kendinize daha sonra çevrenize anlatabilirsiniz.
Ha “Yok ben bu dersi uygulamalı olarak yeniden işlemek istiyorum” diyorsanız, siz bilirsiniz…