Geçen hafta yazımın yayımlandığı gün çok değer verdiğim bir hocamı okulunda ziyaret ettim. Sohbet ederken dışarıda taşkınlık yapan öğrencilerin gürültüsü üzerine “E artık imam hatip izlenimlerini de yazarsın” dedi. “Estağfirullah Hocam, o sizin işiniz” diye cevap verip yıllardır görev yaptığı okullar ve gençlik üzerine biraz konuştuk.
Dönüş yolunda metroya bindim. Aracın kalkmasını beklerken yaşı ilerlemiş olmasına rağmen oldukça dinç görünen nurani bir amcamız da vagona girdi. Birkaç kişi kendisine yer vermek istemesine rağmen “Ben birazdan ineceğim, lütfen oturun” diyerek ayakta durmayı tercih etti. Daha sonra bana dönerek “Otogara bu araçla gidebilirim değil mi” diye sordu. Ben de “Amca otogara daha çok var, otursaydınız keşke” dedim. Cevaben “Ben daha 18 yaşındayım, saçımı sakalımı boyattığıma bakma” diyerek latife yaptı ve “Yirmi yedi sene ayakta durarak öğretmenlik yaptım, oturmayı hiç istemiyorum” diye ekledi.
Öğretmen amcamız meslek hayatında yaşadıklarına dair anılarını, her birinden dersler çıkaracak şekilde anlatırken ben de bir gün içinde hem vazife başındaki bir öğretmenin hem de mesleğe 27 yılını vermiş emekli bir eğitimcinin sohbetinden nasiplendiğim için içten içe şükürler ediyor ve kendimi şanslı hissediyordum. Öyle ya bir günde iki kıymetli insanın feyzinden faydalanmak aslında büyük nimetti.
Bu büyük nimetten damağımda kalan bazı tatları paylaşayım sizlerle: Emekli din kültürü hocamız mesleğinin son yıllarında Kandilli Kız Lisesi’ne atanmış. İlk önce buna üzülmüş biraz ama sonra Hz. İbrahim’e atfedilen “Benim en güzel zamanlarım ateşin içindeyken geçen zamanlardı.” sözü aklına gelince “Vardır bir hayır” diyerek başlamış göreve. Okulun aile birliği başkanı ise vefat etmiş olan Türkan Saylan imiş o zamanlar. Bu ortamda görevine devam ederken kızlardan bazıları namaza başlamış ve hatta bazıları tesettüre girmiş. Birkaç veli okula gelip bu durumdan şikâyette bulunmuş. Bu velilerden biri daha sonra kanser olunca tevbe edip namaza başlamış ve okuldaki kızıyla bu hocamıza selam söyleyip dua bile istemiş. Daha sonra bir vakıfta idareci olmak için emekli olmuş hocamız. “Hocam keşke olmasaydınız, o okulda göreve devam etseydiniz” dedim. “Öyle diyenler çok oldu ama vakfın başına geçecek kimseyi bulamadılar, mecbur kaldım” diye cevapladı.
Emekli öğretmen amcamızın diğer hatırası ise çok daha lezzetli. İlk görev yeri olarak gittiği şehirde dinle diyanetle arası çok da iyi olmayan bir doktor varmış. Bir gün muayene için yanına gittiğinde öğretmen arkadaşlarından biri de oradaymış. Sohbet ederken öğretmen bey doktora “Hocam benim garip bir hastalığım var. Ezan veya sala okunurken başıma ağrılar giriyor. Bu nedir?” demiş. Doktor da “Senin hastalığın ölüm korkusu, tedavisi de bende değil bu din kültürü hocasında” diye cevap vermiş. O günden sonra öğretmen amcamızla yakın arkadaş olan “hasta” öğretmen Allah’ın inayetiyle “şifa” bulmuş ve dinini yaşamaya çalışan bir insan haline gelmiş.
Sohbetin burasında aklıma günümüzde de ezandan rahatsızlık duyan kimseler geldi. “Öyle ya bugün de ezandan rahatsız olanlar ‘Müslüman değilim’ demiyor, Allah’a inanıyor, İslam dinine mensup insanlar. Demek ki bunların rahatsızlıkları ölüm ve hesap korkusu. Ezan ve sala hepimizin hatırlaması gereken ölümü bunlara da hatırlatıyor ama ölümü ‘sevgiliye kavuşmak’ şeklinde görmedikleri için bundan rahatsız oluyorlar” diye düşünürken otogara geldiğimizi fark ettim.
Emekli öğretmen amcamızla vedalaştıktan sonra imam hatipler, öğretmenin insanlar üzerindeki etkisi, vakıf çalışmaları, Türkan Saylan ve yoldaşlarının “bakış açısı”, ezan rahatsızlığının tedavisi üzerine düşünebilmek için sadece beş istasyon kalmıştı…