Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler; acıyın eldeki yurda!
1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, 1895’te Yunanlılar’la harp, Balkan Harbi. Ruslar’ın Yeşilköy’e kadar geldiği bu savaştan bir-iki sene sonra Birinci Dünya Harbi çıkar ve peşine İstiklâl Harbi Mehmet Âkif Ersoy, bir insanın ömründe tanık olabileceği en acı yılları, bir misyon adamı ve bir aydın olması hasebiyle derinden yaşamıştır. İmparatorluk üzerinde oynanan İngiliz oyununun bir milletler ayrılığı esasına dayandığını, bunun bir coğrafya kuşatması olmadığını en iyi anlayanlardandır.
O, üzerine düşen mesaj aktarma ve aydınlatma sorumluluğuna kutlu bir mana da yüklendiğinin farkındaydı. Osmanlı’nın çözülüşüne tanık olurken aslında sorunun bugün de tartıştığımız üzere insanlığın içinde bulunduğu buhrandan kaynaklandığını düşünüyordu. İyi bir eğitim almış, müspet bilimlerden haberdar, dönemindeki dünya siyasetini takip eden, ülkesini ve milletini çok iyi tanıyan ve Doğu’yu ve Batı’yı yakından tanıma fırsat ve gayretlerini üzerinde taşıyan bir şahsiyet olmakla sorumluk kadar misyona da sahip olmuştu. Akif teşhisi koyarken de eğri oturup doğru konuşacak, kimsenin keyfi için ya da kendi çıkarı için eğilip bükülmeyecektir.
Bir karakter abidesi gibi duran Akif, eğitimci kimliği ile de Asım karşısında bir hoca gibi davranır. Bilindiği gibi 4 Ekim 1906’da, esas baytarlık vazifesine ek olarak Halkalı Ziraat Mektebi hocalığını da üzerine alır. 25 Ağustos 1907 de Çiftçilik Makinist Mektebi tahrir hocalığı yapmağa başlar, 1908’de İstanbul Darülfünun’u umumî edebiyat profesörlüğüne tayin edilir. Büyük hoca; Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün/Okunandan ne haber? On para etmez fenler/Ne bu dünyada soran var ne de ukbâda geçer derken verilen eğitimi o günün koşullarında yeterli bulmaz.
Akif; Hayatı anlamıyor… Çünkü görmüyor, okuyor/Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor diyerek okuyup da görmeyen aydın cehaletine içerler. Hala kendini geliştirememiş bu hastalıklı bakış açısına dirsek vurur. Kalkınma için öncelikle eğitim alanında dönemin koşullarına göre ıslah yapılması lazım geldiğini savunan Akif helva için iki şartı müjdeler: Devletli ve bilim adamı.
Ama gel kaldıralım dedin mi? Heyhât o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden bir de Sinan.
Yüzlerce yıl siyasetnamelerde hep bu dertten muzdarip olduk. Helva varsa şeker olmadı. 1800’lü yıllardan beri de hala devletin bekası meselesi ile uğraştığımızdan bir türlü akademik ve pedagojik kalkınmayı tamamlayamadık. Ya devletler hastalıklarla baş başa bırakıldı ya da bilgililer bilgin gibi davranamadı, güncel politikalarla savrulup durdular. Akif, Asım’ın kulağından bu küpeyi hiç çıkarmayacaktır. Süleyman’la Sinan siyaseten anlaşmak, uyuşmak durumunda değildir belki ama Sinan mimar gibi Süleyman da devletli gibi olmalıdır. Çünkü mimar devlete devlet de mimara istiklalde bağımlıdır.
Asım’ın önündeki en derin uçurum ise çağdaşlarında olduğu gibi yılgınlıktır: Bir parça kımıldan diyorum, mahvolacaksın/Dünya koşuyorken, yolun üstünde yatılmaz.
Dünya koşuyorken bizi yollara seren stratejik dostlarımız verdikleri çağdaş afyonlarla onlarca yıl kımıldayamadan mahvoluşumuzu izlediler. O yıllarda Asım, kardeş savaşının dava olduğunu sanarak güreşte hep kendi ayağını tutuyordu. Bir parça da olsa kımıldanış bugün için bilgi, bilim ve ahlak hamlesi olarak anlaşılmalıdır. Ahlaklı, bilim adamı, ahlaklı ticaret ve sanat, ahlaklı nesil…
Bir karakter abidesi gibi duran Akif, eğitimci kimliği ile de Asım karşısında bir hoca gibi davranır…