Âkif’in düşüncesine Kur’an’ın kaynaklık ettiğini vurgulayan onlarca tez, kitap, makale ve tebliğ çalışması yapılmış, bunların bir kısmı da yayınlanmıştır. Vahyin diriltici mesajını çok iyi kavramış olan Âkif, son derece vâzıh ve beliğ ifadelerle Kur’an âyetlerinin manalarını şiir, nesir ve hitabe formunda ümmetin dikkatine sunmuştur. Sadece söylemini değil eylemini de Kur’an’a göre şekillendirmek hususunda büyük bir hassasiyet ve yılmaz bir gayret serdeden Âkif, hayatını değerlerini yansıtan parlak bir tablo gibi resmettiği bir sanat eserine dönüştürmeyi de bilmiştir.

Ferid Kam’ın kendisine yazdığı bir mektupta belirttiği gibi Âkif, sanatını Kur’an’ın hakkıyla kavranması ve hayata tatbik edilmesi için bir araç olarak kullanmıştır: “…Sen san’atta gâye aramıyorsun, lâkin gâyede san’at arıyorsun. Mesleğin tamamıyla maksadını te’mîne kâfîdir. Safahât’ın bu kısmını teşkil eden manzûmelerin menba’ı Furkân-ı Hakîm olduğundan hepsinin ilhâm-ı mahz olduğu söylemek zaittir… (30 Mayıs 1913).”

KUR’AN’I HAYATIN İÇİNDEN YORUMLAYABİLMEK

Tefsir hocası Celal Kırca, “Mehmet Âkif’in Şiirlerine Konu Ettiği Ayetler ve Tahlili” başlıklı makalesinde onun Kur’an’ı nasıl hayatın içinden yorumladığının birçok örneğini aktarır. Biz bu kısa yazımızda özetle birkaç numuneyi iktibas etmekle yetineceğiz:

“Âkif Kur’an âyetlerini sosyolojik tefsir ekolü içinde yorumlayan bir şâir ve bir düşünürdür. Çağının problemlerini iyi bilen ve onlara Kur’an’dan çözümler sunan bir müfessirdir. Onu sosyal olaylar içinde hiç şüphesiz, başta sıcak savaş, daha sonra da İslam’a yapılan haksız ithamlar etkilemiştir. Bu ithamlar onda derin yaralar açmıştır. Müslümanların acıklı ve perişan durumu onu çok üzmüş, ancak, milletin kurtuluşunu da onların uyanmasında, birlik ve beraberliklerinde, cahillikten kurtulmalarında ve hepsinin başı olan çalışmalarında görmüştür. Bütün gücüyle bunu söylemiş ve bu millete kılavuzluk etmiştir. Şiirlerine konu olarak seçtiği âyetlerle sosyal olaylar karşılaştırıldığında bu durum açıkça görülür.”

ÖNCE AZMEDİP SONRA TEVEKKÜL ETMEK

“’Bir kerre azmettin mi, artık Allah’a dayan’ (Âl-i İmran, 3/159) âyetini ‘Azimden Sonra Tevekkül’ başlığı altında yorumlayan Âkif şunları söylemektedir:

Yetmez mi çocukluktaki efsâneye hürmet? / Hâlâ mı reşîd olmadı, hâlâ mı bu ümmet? / Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır; / Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır! / – Allah’a değil, taptığın evhâma dayandın; / Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi ki yandın. / Meflûc ederek azmini bir felc-i irâdî, / Yattın kötürümler gibi, yattın mütemadî. / Mâdem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın; / İksîr-i bekâ içsen, emîn ol, yaşamazsın. / Mevcûd ise bir hakk-ı hayât ortada, şâyed, / Mutlak değil elbette, vazîfeyle mukayyed. / ‘Allah’a dayandım!’ diye sen çıkma yataktan… / Ma’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!… / Dünyâ koşuyorken yolun üstünde yatılmaz; / Davranmayacak kimse bu meydâna atılmaz. / Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da; / Mâzîyi, fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda. / Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha: / Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vâha! (İstanbul, 13 Teşrînisânî 1335/ 13 Kasım 1919).”

SOSYAL KANUNLARA UYGUN DAVRANABİLMEK

“Âkif’e göre çare, ‘İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur’ (Necm, 53/39) âyetiyle emredilen çalışma idi. Bütün acıların, zulmün ve geriliğin tek sebebi vardı, o da tembellikti. Çalışan kazanmıştı. Biz de kazanmak istiyorsak çalışmalıydık. Bu bir sosyal kanundu:

Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı. / Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı? / Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı; / Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı. / Cihan kânûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı! / Ne yaptın? ‘Leyse li’l-insâni illâ mâ se’â’ vardı!.. (30 Muharrem 1331/ 27 Kânûnievvel 1328/ 9 Ocak 1913).”

ÂTİYİ KARANLIK GÖREREK AZMİ BIRAKMAMAK

“Yusuf Sûresi’nin ‘Oğullarım, gidiniz de Yusuf ile kardeşini araştırınız, hem sakın, Allah’ın inâyetinden umudunuzu kesmeyiniz. Zira, kâfirlerden başkası Allah’tan umudunu kesmez’ mealindeki 87. âyetini Âkif şöyle yorumluyordu:

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak… / Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. / Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’ / Davransana… Eller de senin, baş da senindir! / His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin? / Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin. / Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? / Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? / Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın? / Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın! / Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan / Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan. / Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. / Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! / Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; / Me’yûs olanın, rûhunu, vicdânını bağlar / Hüsrâna rıza verme… Çalış… Azmi bırakma; / Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma! / Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; / Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. / Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…/ Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var. / Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır! / Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! / ‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma! / Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma!”

BİLGİYLE BİR ÇIKIŞ YOLU BULABİLMEK

“Âkif’e göre Kur’an-ı Kerim her şeyin çaresini göstermiştir. O da ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ (Zümer, 39/9) âyetinde ifade edilen bilgidir. İnsan bilgi sayesinde bütün problemlerini çözebilir, kendisine bir çıkış yolu bulabilir. Çünkü bilenle bilmeyen kişi asla bir değildir. Bilen kişi, olay ne kadar vahim olursa olsun, onun üstesinden gelebilecek bir yeteneğe sahip demektir:

Olmaz ya… Tabî’î… Biri insan, biri hayvan! / Öyleyse, ‘cehâlet’ denilen yüz karasından, / Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet. / Kâfi mi değil, yoksa bu son ders-i felâket? / ‘Son ders-i felâket’ ne demektir? Şu demektir: / Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir! / Zîrâ, yeni bir sadmeye artık dayanılmaz; / Zîrâ, bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz! (…) Ey katre-i âvâre, bu cûşun, bu hurûşun / Âhengine uymazsan, emin ol, boğulursun! / Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık, / Silkin de: Muhîtindeki zulmetleri yak, yık! / Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır; / Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır! / Eyvâh! Bu zilletlere sensin yine illet… / Ey derd-i cehâlet, sana düşmekle bu millet, / Bir hâle getirdin ki, ne din kaldı, ne nâmûs! / Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs, / Ey hasm-ı hakîkî, seni öldürmeli evvel: / Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el! / Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun! / İslâm’ı da ‘Batsın!’ diye tutmuş, yediyorsun! / Allah’tan utan! Bâri bırak dîni elinden… / Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen! / Lâkin, ne demek bizleri Allah ile iskât? / Allah’tan utanmak da olur ilm ile… Heyhât! (18 Cemâziyelevvel 1331/ 11 Nisan 1329/ 24 Nisan 1913).

Âkif, şiirin son mısraında ‘Kullarından ancak âlimler Allah’tan hakkıyla korkar’ (Fâtır, 35/28) âyetine atıf yapmaktadır.”

DURUMU İYİ DEĞERLENDİRİP YENİDEN MİSYONUMUZU ÜSTLENEBİLMEK

“İnananlarına bilgili olmalarını ve çalışmalarını emreden İslam dini cehaletin her çeşidini yeriyor ve ilmi teşvik ediyordu. Âkif, Müslümanların hatasının böyle bir dine mal edilmesine tahammül edemiyordu. Ortada bir suçlu varsa o, İslam dini değildi, suçlu onu iyi anlayıp yorumlayamayan Müslümanlardı. Bu nedenle, öncelikle Müslümanların içinde bulundukları bu durum onlara izah edilmeli ve daldıkları derin uykudan uyandırılmalıydı. Fakat bu nasıl olacaktı? Şâyet bir hasta hastalığını kabul ederse ona yapılan tedavi fayda verirdi. Bu millet de hastaydı ve bu hastalığını kabul etmesi, daha sonra da ondan kurtulmak için gayret göstermesi gerekiyordu. Bu psikolojik hastalık ise ezilmişlik, bıkkınlık ve kendine güvensizlikti. Âkif bunu çok iyi tespit etmişti. Bunun için de bu milletin kendisine olan güvenini güçlendirmek gerekiyordu. ‘Siz, iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış hayırlı bir milletsiniz’ (Âl-i İmran, 3/110) âyetini konu alan şiiri işte bu amaca yönelikti:

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: / Gelmişiz, dünyaya milliyet nedir öğretmişiz! / Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyyetin, / Nur olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin. (…) Biz, neyiz? Seyreyle artık; bir de fikr et, neymişiz? / Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz! / Nehy-i ma’rûf emr-i münkerdir gezen meydanda bak! / En metîn ahlâkımız, yâhud, görüp aldırmamak! / Göster, Allah’ım, bu millet kurtulur, tek mu’cize: / Bir ‘utanmak hissi’ ver gâib hazînenden bize! (29 Mayıs 1913).”

DİRİLİŞ MUŞTULARINI GÖREBİLMEK

“İçi ümitle dolu olan Âkif, ‘Allah’ın âsâr-ı rahmetine bir baksana: öldükten sonra, tekrar nasıl diriltiyor? İşte O Allah, bütün ölüleri muhakkak diriltecek, hem O, her şeye kâdirdir’ (Rum, 30/50) âyetini şöyle yorumlar:

Çık da bir seyret bahârın cûş-i rengâ-rengini; / Nefh-i Sûr’un dinle mevcâ-mevc olan âhengini! / Bir yeşil kan, bir yeşil can yağdırıp, kudret, yere: / Yemyeşil olmuş, fezâ, gömgök kesilmiş dağ, dere. / En kısır toprak doğurmuş, emzirir birçok nebat; / Fışkırır bir damlacık ottan, tutup sıksan, hayat! (…) Bir nesîm ister kımıldanmak için canlar bugün; / Bir nesîm olsun, İlâhî… Canlanır kanlar bütün. / Nev-bahârın rûhu etsin bir de bizlerden zuhûr… / Yoksa, artık Sûr-i İsrâfil’e kalmıştır nüşûr!”

ALLAH’TAN KORKMAK VE O’NA SAYGIDA KUSUR ETMEMEK

“‘Ey Müslümanlar, Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkunuz’ (Âl-i İmran, 3/102) âyetini konu alan şiirinde Âkif, toplumu ıslah etmeyi, ahlak bunalımını, toplumdaki çözülmeyi ve manevi hastalıkları tedavi etmeyi amaçlıyordu:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır. / Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın… / Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın. / Meğer kalbinde Mevlâ’dan tehâşî hissi yer tutsun… / O yer tutmazsa hiç ma’nâsı yoktur kayd-ı nâmûsun. / Hem efradın, hem akvâmın bu histir, varsa, vicdânı; / Onun ta’tîli: İnsâniyyetin tevkî-i hüsranı! / Budur hilkatte câri en büyük kanunu Hallâk’ın: / O yüzden başlar izmihlâli milletlerde ahlâkın. / Fakat, ahlâkın izmihlali en müdhiş bir izmihlâl; / Ne millet kurtulur, zîrâ, ne milliyyet, ne istiklâl. / Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i millî, rûh-i millîdir; / Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllîdir. / Olur cem’iyyet artık çaresiz pâmâl-i istîlâ / Meğer kaldırmış olsun, rûh-î sânî indirip, Mevlâ. / Evet bir ba’sü ba’de’l-mevte imkân vardır elbette… / Bunun te’mîni, lâkin, bir yığın edvâra vabeste! / O cem’iyyet ki vicdanında hâkim havf-ı Yezdân’dır; / Bütün dünyâya sahiptir, bütün akvâma sultandır. / Fakat, efrâdı Allah korkusundan bî-haber millet, / Çeker, milletlerin menfûru Kıbtîler kadar zillet; (…) Bu hissizlikle cem’iyyet yaşar derlerse pek yanlış: / Bir ümmet göster, ölmüş ma’neviyyâtiyle, sağ kalmış?”

Kaynaklar:

1) Mehmet Âkif Ersoy; Safahat, İstanbul 1950, 3. Baskı.

2) Celal Kırca; “Mehmet Âkif’in Şiirlerine Konu Ettiği Ayetler ve Tahlili“, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 4, s.257-271, Kayseri 1990.