Reform taleplerinin damga vurduğu Birleşmiş Milletlerin 78. dönem açılış törenleri, liderlerin 18-22 Eylül tarihleri arasında Genel Kurulda hitap etmelerinin ardından nihayet sona erdi. Bu süre zarfında, BM’nin gündeminden bağımsız olarak bazı ülkeler ve liderler için ikili veya çoklu görüşmeler yapma fırsatı da ortaya çıktı. Bunlardan en dikkat çekici olanı ise ABD Başkanı Biden’ın beş Orta Asya ülkesi lideriyle gerçekleştirmiş olduğu C5+1 zirvesi olmuştur.

Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’dan müteşekkil olan C5 grubuyla ABD diyaloğunun başlangıcı aslında 2015’e kadar gidiyor. Ancak 19 Eylül’de New York’ta yapılan zirve, liderler seviyesinde ve yüz yüze olması hasebiyle bir ilk olma özelliği taşıyor.  

Zirvenin sonunda Beyaz Saray tarafından açıklanan ortak deklarasyonda, zirvenin amacının; bölgesel güvenliği artırmak, ekonomik dayanıklılığı geliştirmek, sürdürülebilir kalkınmayı desteklemek, iklim değişikliği ile mücadele etmek ve barışı teşvik etmek olduğu belirtilmiştir.

Gündeme dair ele alınan konu başlıklarının da “ortaklık yoluyla dayanıklılık, genişletilmiş güvenlik iş birliği, C5+1 ekonomi ve enerji koridoru, enerji güvenliğinin artırılması, iklim değişikliğinin etkileriyle mücadele, insanlar aracılığıyla ortaklık ve yeni bir ortaklık ortamına doğru” olduğu açıklanmıştır.

Zirvenin amacından ve ele alınan konu başlıklarından anlaşıldığı üzere ABD, bahse konu beş Orta Asya ülkesiyle ileriye yönelik kapsamlı bir iş birliği içerisine girmek niyetindedir. Muhakkak ki bu kadar kapsamlı iş birliği arzusunun arkasında önemli sebepler olsa gerek. Çünkü, hâlihazırda ABD’nin uğraşmak zorunda olduğu Rusya-Ukrayna savaşı ve Çin’in dünyada artan etkisi gibi iki kronik meselesi varken dünya siyasetinde pek de etkili olmayan bu beş Orta Asya ülkesiyle (!) ilgilenmesinin gerçekten bir rasyonalitesi olması gerekir.

Bu ilgiyi, Rusya ve Çin’in Orta Asya ülkeleri üstündeki etkisini kırmakla ilişkilendirmek yanlış bir okuma olmayacaktır. Zira, zirveyle ilgili değerlendirme yapan RAND Corporation savunma analisti Hunter Stoll’a göre,

“Orta Asya'nın Rusya ile bozulan ilişkileri ve Çin etkisine yönelik artan şüphecilik, ABD'nin bölgeye daha fazla uzun vadeli yatırım yaparak imajını güçlendirmesi için bir fırsat penceresi yaratmıştır”.

Doğal olarak ABD de bu fırsatı iyi değerlendirip, bölge ülkelerini Rusya ve Çin’in etkisinden kurtararak, muhtemelen kendisine yakın bir pozisyon almalarını sağlamaya çalışacaktır.

Aslına bakılırsa ABD’nin bölgeye yönelik ilgisi yeni de değildir. Bilindiği üzere Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ABD, Türkiye üzerinden bölgede söz sahibi olmaya çalışmıştır. Hatta o tarihlerde tam olarak anlaşılmasa da Fetö projesi olarak bölge ülkelerinde açılan Türk okullarında üslenmiş ve Sovyetler Birliği’nden boşalan alanı doldurmaya çalışmıştı. Ancak Rusya Federasyonu’nun durumu fark ederek FETÖ okullarını kapatması üzerinde hedeflerine tam olarak ulaşamamışlardır.

Yine de yakın zamana kadar söz konusu Orta Asya ülkelerinin çoğundaki FETÖ okulları varlıklarını sürdürmüş ve ABD bu okulları bölgedeki etkisini pekiştirmek için kullanmıştır. Ayrıca ABD’nin Afganistan’ı işgal altında tuttuğu 20 yıllık süre boyunca da bu ülkelerle, en azından güvenlik sebebiyle iletişim ve iş birliği içerisinde olduğu da unutulmamalıdır.

Yani ABD’nin, Rusya ve Çin’in arka bahçesi olarak gördüğü bu bölgeye yönelik ilgisinin yeni değil, bilakis 1990’lı yıllardan beri sürdüğünü söylememiz mümkündür.

Ancak tam da ABD, Ukrayna’ya saldırısı nedeniyle Rusya’yı sıkıştırırken ve Çin’in Yol-Kuşak projesine alternatif olarak Hindistan-Orta Doğu ve Avrupa Ekonomik Koridorunu (IMEC) açıklamışken, bir de Orta Asya ülkeleriyle C5+1 formatında bir diyalog sürecini başlatmak, ABD’nin bu iki rakibini zayıflatmak için her türlü opsiyonu kullanmaktan çekinmeyeceğini göstermektedir.

Buna mukabil zirve kapsamında açıklanan “C5+1 Kritik Mineraller Diyaloğu”, sadece ABD’nin değil, neredeyse tüm dünyanın kritik mineraller konusunda Çin’e olan bağımlılığı azaltma hatta tamamen sonlandırmaya yönelik bir adım olarak yorumlanmaktadır. Zira başta Kazakistan olmak üzere bölge ülkeleri, özellikle temiz enerji ve nükleer çalışmalar için ihtiyaç duyulan kritik mineraller bakımında ziyadesiyle zengin olup bu konuda Çin’e olan bağımlılığı azaltmak için yeni alternatifler olarak ortaya çıkmaktadırlar.

Ortak bildirinin sonunda yer verilen, “ekiplerimiz düzenli olarak ikili ve ortak toplantılar gerçekleştirecek ve ticaret, enerji, iklim ve güvenlik gibi konularda C5+1 bakanlar toplantıları yoluyla angajmanımızı sürdürmeyi taahhüt ediyoruz. Ortaya çıkan zorlukları birlikte ele almak ve ortaklığımızın halklarımız için pratik sonuçlar vermeye devam etmesini sağlamak için üst düzey bir diyalog sürdürmeye gayret edeceğiz” şeklindeki açıklamadan, bu sürecin uzun vadeli olacağı ve ABD’nin yukarıda sayılan hedeflerine ulaşıncaya kadar bölgeyle ilgisini sürdüreceği anlaşılmaktadır.

Bölge ülkeleri, sahip oldukları yeraltı ve üstü zenginliklerin yanı sıra uluslararası ticaret yolları üzerinde bulunmaları nedeniyle sadece ABD’nin değil, pek çok bölgesel ve küresel aktörün de dikkatini çekmektedir. Hâl böyle olunca özellikle geçtiğimiz bir-iki yıl içerisinde, ABD ile yapılan zirveyle benzer şekilde; Rusya, Çin, Hindistan, Körfez İşbirliği Teşkilatı, Avrupa Birliği ve hatta Türk Devletleri Teşkilatı marjında Türkiye ile de muhtelif toplantılar yapılmıştır. Ne ilginçtir ki neredeyse yapılan toplantıların hepsinde benzer ifadeler kullanılmıştır.

Bu durumda, Tacikistan hariç hepsi Türk Devletleri Teşkilatı üyesi olan (Türkmenistan gözlemci üyedir) bu Orta Asya ülkelerinin, Türkiye’nin de imzacısı olduğu Türk Devletleri Teşkilatı 2040 Vizyonu’na ne kadar bağlı kalabilecekleri, bizim için en önemli soru işareti olarak ortaya çıkmaktadır. Yani ABD ile C5 arasında başlatılan diyaloğun, genel olarak Rusya ve Çin’i hedef aldığı söylense de bu bölge üzerinde gelecek projeksiyonu olan Türkiye için de bir tehdit oluşturduğunu ifade etmemiz gerekir.

Böyle düşünmemizin en önemli sebebi ise hem bir NATO üyesi hem de AB’ye aday ülke olan Türkiye’nin, özellikle son dönemde ABD ve AB ile arasındaki yaşamsal sorunlar nedeniyle Batı ittifakından nispeten uzaklaşmış olması ve bu hâliyle ABD’nin bölgeye yönelik projeksiyonunda Türkiye’nin çıkarlarını görmezden gelme hatta bu çıkarlara zarar verme ihtimalidir.

Zira ABD’nin; Suriye, Kuzey Irak, Doğu Akdeniz, Adalar Denizi ve son olarak Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle Karadeniz’de Türkiye’nin hak ve menfaatlerine yönelik olumsuz tavrı, S-400 krizi nedeniyle F-35 projesinden çıkarma, CAATSA uygulanması ve akabinde F-16 satışını İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanmasına bağlamak gibi müttefiklikle bağdaşmayacak bir tutum sergilemesi; ister istemez ABD’nin Orta Asya ülkeleriyle geliştirdiği ilişkiyi Türkiye aleyhinde kullanma ve Türkiye’nin bölgedeki etkisini kırarak bölgeden dışlanmasını sağlamak olarak da algılanabilir.

Sonuç olarak, ABD uzun zamandır ilgi gösterdiği Orta Asya’ya Rusya-Ukrayna savaşının yol açtığı belirsizlik ortamından istifade ederek rahatlıkla girmeyi başarmış ve bu sayede hem Rusya hem de Çin’in bölgedeki etkisini kırmak için önemli bir adım atmıştır. Ancak ABD’nin girdiği bölgelerde sadece kendi çıkarlarını öncelediği, diğer menfaat gruplarının etkisini bertaraf etmek isteyebileceği göz önünde bulundurulursa, bu durumun bölge ile çok yakın ilişkileri olan Türkiye için de bir tehdit olarak görülebileceği anlaşılmaktadır.

Nihayetinde müttefiklik ayrı, devletlerin ulusal menfaatleri ayrı bir şeydir. Bizim için esas olan ise doğal olarak kendi ulusal menfaatlerimiz olmalıdır.