Yaz tatili için baba ocağı Adana’nın Feke ilçesindeydik. Feke’nin bir köyü olan Gaffaruşağı’ndan oğullarım Bilal Yusuf ve Muhammed Talha ile dönüyoruz.
Feke ile Kozan arasında bir köy olan Akkaya’da elindeki bastonu ısrarla sallayarak durmamızı isteyen bir emmi… Yaklaştıkça gördüm ki emmi bir hayli yaşlı… Hava bir hayli sıcak ve bunaltıcı, bir de yol çalışması var. Emmi, ayakta zor duruyor, el ve ayakları titriyor, ağzının kenarlarından hafif salyalar akmış ama ağzında da sigara… Biz durunca ağzındaki sigarayı bir tükürme hareketiyle hemen attı. Düşünün sıcak, toz, yaşlılık ve bir de yaşlılığın getirdiği sağlık sorunları…
“Hayırdır emmi, nereye gideceksin?” dedim. “Çulluuşağı’nda falancanın yanına gideceğim, hani lokantası var ya.” dedi. Emmi kendi tanıdığı için benim de o kişiyi tanımam gerektiğini düşünüyor. Arabanın kapısını açtım, emmi arabaya çok zor bindi, ancak iki dakikada arabaya yerleşebildi. Kapıyı kapatıp geçtim direksiyona… Elini yüzünü silip rahatlasın diye peçete uzattım. Emmiyle başladık muhabbete… Vücut; enerjisini, gücünü kaybetmiş ama çene iyi çalışıyor maşallah…
Başladı anlatmaya: Yol kenarındaki lokantalar, birkaç dükkân kendininmiş ve birkaç tane de evi varmış. “Tarla, bostan, para pul çok emme…” dedi ve kaldı. Aynadan baktım gözleri nemlenmiş, sesi titremeye başladı. Elinin tersiyle gözlerini sildi. “Emmi; kızın, oğlun, torun torba yok mu?” dedim. Öyle bir iç çekti ki, başka bir şey demese bu “Ah, ah!..” yeterliydi hikâyenin sonunu tamamlamamız için…
Soruyu sorduğuma pişman olmuştum ama sormuş olduk bir kere… “Var, var, var!” dedi. Gözlerindeki yaşı göstermek istemediği için gözlerini yol kenarlarındaki çam ormanlarına çevirip etrafı izlemeye başladı ve devam etti. “Çocukların hepsi çok meşgul, hepsinin işi gücü var; hepsi büyük adam, bize ayıracak vakitleri mi var ki? Bak bayram yaklaşıyor, yıl boyunca çok yoruldukları için bayramda da bir yerlere tatile giderler. Torunlar da zaten buralara gelmek istemiyor, açmıyor buralar onları, çabuk sıkılıyorlar bizden ve buralardan.” dedi. “Ufaklıklarında para pul, iş peşinde koştuk; biz çocuklarımızın yanına pek gelemedik, şimdi de onlar dünyalık peşinde koşuyor, onlar bizim yanımıza gelemiyor. Sen sen ol, şu çocuklarınla çok vakit geçir, para kazanmayı boş ver, bunları kazan. Sonra kazandığın paranın hepsini harcasan çocuklarını yeniden kazanamıyorsun. Parana bile tenezzül etmiyorlar bir süre sonra…” diye devam etti. “Önceleri çok kızıyordum gelmiyorlar, bizi hiç merak etmiyorlar, haydi ben neyse annelerini çok üzüyorlar diye… Ama yıllar içinde anladım ki suçlu onlar değil, benim. Ne zaman onları özlesem, ne zaman yalnızlık ve çaresizlik hissetsem artık kendime kızıyorum. Ne ektin ki ne biçmeyi umuyordun diyorum. Diyorum ama gönül yine de öyle demiyor. Yine özlüyorsun, yine bekliyorsun…”
Baktım bir hayli gözyaşı akıtmıştı. Ben de gözlüğümü çıkarıp gözlüğümü ve gözyaşlarımı sildim çaktırmadan…
Yine arabadan güçlükle indi, kapıyı kapattım. Uzaklaşırken mırıldandı: “Biz kaybedenlerden olduk yeğen, siz kazananlardan olun!..”
Geride büyük bir hayal kırıklığı ve pişmanlık bırakıp az ilerideki lokantaya doğru ilerlemeye başladı…