Yarın 1 Kasım.. Yeni bir seçim yapılacak ülkemizde.. 7 Haziran seçimleriyle ortaya çıkan Meclis tablosu, mevcud kanun ve kurallara göre, yeni bir Hükûmet kurulmasına imkan tanımamıştır ve o seçimlerden 5 ay kadar sonra seçimlerin yenilenmesi- tekrarlanması noktasına gelinmiştir. Bakalım yeni bir sahife açılacak da, nasıl bir sahife olacak o, eskisinden daha karmaşık ve içinden çıkılmaz mı olacak; yoksa istikrarı ve huzuru sağlıyacak bir yeni sahife mi?

Bu konuda yazılması gerekenleri herkes, kendi açısından  aylardır yazdı-çizdi, söyledi.. Kişiler için de, toplumlar için de, kendi çabasından, kararından öteye bir karşılık olmayacaktır ve halkımız kendisini olumlu veya olumsuz hangi yönde değiştirmişse, Allah’u Tealâ da ona, bunun karşılığını gösterecektir.

Yani, temeli itibariyle bozuk olan sistemin kuralları içinde de olsa, halkımız, sosyal bünyeyi ıslah etme ihtimali olan hangi yönde ve ne karar verirse, neticesini de baştan göze almalı ve iradesini ona göre ortaya koymalıdır.

Bize, bundan sonrası için de, hayırlısını dilemek düşüyor..

*

1 Kasım yenileme seçimlerine gelindiği bir sırada.. Ülkede, öyle bir hukukî konu tartışılıyor ki, tamamen siyasî zeminlerde.. Ve sorumluluğu da, Hükûmet ve Erdoğan üzerine atılarak..

Halbuki, bu feryadları yükseltenler, başka zamanlarda, yargının kutsal olduğu ve ona müdahale edilemiyeceğinin bayrakdarlığını yaparlardı.. Şimdi ise.. Bir mahkeme kararını kaldırtmalarını hükûmetten bekliyorlar ve sorumluluğu, bir objektif hukukî bağlantı olmadığı halde, Hükûmet’ten bekliyorlar..

Bazıları ise, hukukî görünümlü bir siyasî müdahaleden sözediyorlar. Ama, bu da bir sanı..

Bu gibi konularda, elde objektif hukuken objektif bilgi ve belgeler olmadıkça, siyasî müdahale iddiaları havada kalmaya mahkûmdur ve bir zanndan ileri geçemez..

Objektif olarak bakıldığında tamamiyle hukukî bir konu..

Bu zamana kadar nice ticarî faaliyetlerin iflas eşiğine geldikleri, ya da hileli iflas gösterdikleri, veya kanunî kılıflara uygun yolsuzluklar ya da  karapara aklaması yapıldığı gibi ithamların olması durumunda bir çok ticarî kurumuna da qayyûm/ kayyûm’a devredilip, kamu otoritesi adına yönetildiği örnekler ülkemizde pek çoktur.

Bu son müdahaleye de öyle bakmak gerekir..

Ortada, kârdan fazla bağış ve yardımlar yapıldığı iddiaları var..

Şirketin yönetici ismi, ülke dışına çıkmış, nerede olduğu, geri dönüp dönmeyeceği de net olarak bilinmiyor. Bazı yayınlar ise, kaçtığını iddia ediyor.

Bu ülkenin medyasında gerçi, nice yalanlar- dillendirilir, yazılır-çizilir ki, doğru olup olmadığını belirlemek, ihtisas sahibi olmayı gerektirir.

Ama, en azından bir açıklama gereklidir.

Böyle bir durumda bir mahkeme KOZA-İPEK Grubu denilen bir şirketin üzerindeki iddialar bertaraf edilmesine kadar, bu ticarî faaliyetin bir ‘kayyûm’a devrine karar vermiş..

Ki, bu uygulama, bu zamana kadar onlarca, belki yüzlerce kuruluşa da uygulandı.. eelbette ki sevimli , hoş bir uygulama değil, ama, bir ticarî faaliyette kamu gözetleyicileri durumunda olan Savcılar, bir takım şübheli veya karanlık alanları hissederlerse, ne yapacaklardır?

Bu gibi suçlamaların objektif mi, subjektif mi olduğuna dair iddialar her zaman ortaya atılır , ama, hukukî açıdan objektif sayılan husus ise, yargı hükmünün kesinleşmesinden sonra ortaya çıkar.

*

Ama, bu bir medya kuruluşu ve de AK Parti’ye muhalif güçlerin bir taarruz üssü durumunda olması hasebiyle, özellikle de kamuoyunda, politik sahnede ve medyada, AK Parti’ye muhalif olarak isim yapmış, her kim varsa, onlar tarafından, bunun bir siyasî müdahale ile olduğuna dair feryadlar yükseltildi ve kayyûm’a devredilen başka kuruluşlarda pek görülmeyen şekilde, direnme çağrıları ayyuka çıkarıldı, mahkeme kararlarını uygulamakla vazifeli elemanlara ve güvenlik güçlerine fizikî karşı koymalar sergilendi..

Çünkü, bu ticarî kurum, Pennsylvania Şeyhi’nin emriyle hareket eden bir grup olarak tanınıyor.. Elinde de muazzam servetler olduğu söyleniyor. Ayrıca gazeteleri ve tv. kanalları var. Bu tv kanalları ve gazeteler, hele de, sözkonusu grubun kayyûm’a devrilmesi sırasında,

düne kadar öylesine yayınlar yaptılar ki, insan, sanki bir meydan savaşı veriliyor havasına kapılıyordu..

29 Ekim günü, İstanbul’da parklardaki bankların üzerine bile birilerince parasız olarak konulmuş gazetelerden bazılarını ben de aldım. ‘Kayyumla gasp.. Kanlı gasp.. Mahkeme kararı olmadan kapıyı kırıp girdiler.. Cumhuriyet’in 92. yıldönümünde utanç tablosu..’ yetkikiyi almadan iki tv. kanalını kapattılar.. Anayasa ve yasalar çiğnendi..’ gibi manşetlerle dolu, kap-kara birinci sahifeler..

Bazı ‘zamâne’ yazarları, ‘mala el koyma’nın bir Cahiliyet âdeti olduğunu bile yazdılar, alel-acele..  Halbuki, hukukî mânâda mala elkonulması, bir gasb veya müsadere değil, bir  kayyum’a devretmek’ten ibaret bir hukukî işlemdi. Ve, mevcud hukuk sisteminde tanınmış, ve kanunî bir kurum olan ‘kayyumluk’ kurumuna devir sözkonusuydu.

I. isimli mevkuteci– muharrire ile Hürr.’in eski Gen. Yy. Md . E. Ö. ve onun çizgisindeki nice muhalifler de, zulme karşı direnmek için diyerek, bu elkoymaya karşı çıktıklarını yazıp çizdiler.

Buradan çıkan, bir meslekî dayanışma bile değildi.. Muhalefet cebhesinin tek ses olduğunu göstermek için bir direniş gösterisiydi.. Hem de seçimlere üç gün kalmışken.. Hem, meslekî dayanışmanın bile bir itibarı olmalıdır, aynı meslekten olanlar birbirlerini gözetir ve haksız da olsa korursa, o zaman, hak kavramı, güç gösterilerine kurban edilmiş olmaz mı?

*

Mahkemenin tam da öyle bir zaman diliminde tam da öyle bir hassas merhalede vermiş olması da bir ayrı konu..

Ama, eğer, bir kanunsuzluk varsa, başka örnekler dururken, niçin buradan başlandı denilemez. O bir burgu gibidir, her yöne işler.

Ne var ki, medya ve hele de muhalefete aid bir kuruma elkonulduğu zaman, böylesine bir feryad yükseltilmesi ve direniş sergilenmesi, gelecekte, ayrı durumda kalacak olanlara da ilginç bir mesaj havası taşımaktadır. O zaman, gerçekten de haksızlığa uğrayanların durumlarına, bu muhalif unsurlar aynı şekilde sahib çıkacaklar mıdır, diye sormaya gerek bile yok.. Çünkü, bu güçler, 100 yıla yakın zamandır, bu milletin ne bütün haklarına gasbedildiği halde, kimsenin sesi-soluğu çıkmamıştı, o cebheden..

Ayrıca, bu gibi meslekî dayanışma havası verilerek yükseltilen feryadlara teslim olunacaksa, o zaman, medya mensub olmak, bir ayrıcalıklı durumdur gibi bir mantıkî sonuç çıkmaz mı ortaya? Bu sorunun da dürüst, objektif ve de hakkaniyetli bir cevabı verilmelidir.

*

Ancak, bu konuda, bu grubun yönetisi olan kişinin annesi olan Melek Hanım’ın da bir önemli etken olarak sahneye çıktığı anlaşılıyor.

Çevresinde hayırsever ve temiz bir sima olarak bilinen bu annenin kaygusunu anlaşılabilir.

O, oğluna haksızlık yapıldığını, oğlunun tertemiz olduğunu söyleyebilir, ona inanabilir de..

Ama; hukukî durumun nasıl olduğunu mahkeme kararlaştıracaktır, bu merhaleden sonra..

*

Ne var ki, işbu Melek İpek Hanım’ın beyanları arasında ilgi çekici, satır arası bazı önemli sözleri de var..

O, 28 Ekim günü medyaya yansıyan beyanlarında, ‘Kim ne yapıyorsa yeni bir sayfa açsınlar, özür dileme sayfası..’ diyor ve devam ediyor: ‘..Ben hayatım boyunca vatanıma emek verdim, sırf Allah rızası için çalışalım bizi kimse görüp bilsin istemedik.Ama beni buna mecbur ettiler. Oğlumun arkasındayım ve arkasında olacağım. En ufak bir yanlışını görmedim. Oğlum elbette ki hayır işlerinin içinde. Onun saklısı gizlisi, yalanı yok. Yaptığı şeyler ortada.. (…)Babası bize haram lokma yedirmedi..

Bu vatan bizim..  Bu bölünmeyi, bu düşmanlığı bir parça olsun azaltabilirsem çaba göstereceğim. Bu devlet bizim, bu hükümet bizim, bunlar bizim düşmanlarımız değil. Kim ne yapıyorsa? Yeni bir sayfa açsınlar, özür dileme sayfası.. (…) AK Parti bizim düşmanımız değil. Hepsini çok iyi tanıyorum. Hepsini de çok seviyorum. Saygıdeğer insanlar var vatanımıza hizmet ettiler. (…). Lütfen yapacağınız tek şey şu ve sizden rica ediyorum. O dosyaları inceleyin. Doğru ve yanlışı görün. Ona göre çıkın iki kelime söyleyin.’

Evet, bu Melek annenin feryad şeklindeki sözleri bunlar.. Ama, iktidar mevkıinde olanların, mahkemeye intikal etmiş bir konuda görüş açıklayamıyacaklarını, bunun yanlış olacağını bilmesini, o durumdaki bir anneden beklemek de haksızlık olur.

*

Sadece, Melek annenin, kendi oğlunun yönetimindeki medya organlarından bu zamana kadar, ne gibi yalanların yayıldığından da haberi olmuş mudur ve bu gün kendilerine destek veriyor gibi gözüken şerûr bir cebhenin, ’taife-i laicus’un gerçekte neyin peşinde olduklarından da haberdar mıdır? Bu hadise gelişmeleri sabırla izleyip, bir de bunu düşünebilse..

*

Ve dahası, bu hadisenin hemen taa Washington’larda, 28 Ekim günü USA Dışbakanlığı Sözcüsü John Kirby’ye, ’Türkiye’de basın özgürlüğünü hedef alan uygulamaların kötüleşerek devam etmesi’ne konusunda ne düşünüyorsunuz? Kötüleşen uygulamalara bakıldığında, Türkiye’nin ABD’nin dile getirdiği kaygıları pek ciddiye almadığı görülüyor..’ denilerek, dile getirilen tahrik edici bir soru-yorum dile getirildiğinde, Kirby’nin, ’Endişelerimizi ne ölçüde ciddiye aldıklarını Türkiye’ye sormalısınız ama bu bizim sessiz kalacağımız anlamına gelmez. (…) Biz hükümetin, yargı kuruluşları ve kolluk kuvvetlerinin faaliyetlerinin yargı süreci ve hukuk önünde eşitlik dahil, uluslararası hukuk standartlarına uygun gerçekleştiğinden emin olunmasını sağladığını görmek istiyoruz’  demesi, bu konunun Pensylvania Şeyhi’yle nasıl bir karmaşık ilişki içinde olduğunu göstermez mi?

*

Ama, Melek annenin, üzerinde asıl durulması gereken sözü, ’yeni bir sahife açılması, bir özür dileme sahifesinin açılması’ yolundaki sözleridir. Ki, bu bir temennidir. Ve bu hususta ortada olan, Tayyib Erdoğan’ın, ’tabanı ibadet, ortası ticaret ve tavanı ihanet’ diye nitelediği bir hareketin alt ve orta kesimlerinden niceleri de bu temenniyi fısıltı halinde zâten uzuuun zamandır dillendirmektedirler, amma, kendisinin ya da oğlunun bağlısı olduğu söylenen kimseler, yani asıl tepe noktasında bulunanlar böyle bir özür dilemeye yaklaşırlar mı? Ki, onlar, yıllardır, hocalarını, Hz. Peygamber (S)’le görüştüğü ve onun tarafından irşad ve hidayet edildiği yönündeki iddialarla yüceltmişken, böyle bir özür dinleme durumunda ne hâle düşerler; o zaman bütün o iddiaların bir tahayyülat ve hattâ halusinasyondan ibaret olduğu düşünülmez mi? Ve en tepedeki, böyle bir özür dilemeye yaklaşmak istese bile, o tepenin etrafında yer alanlar ona izin verirler mi? Ve bu zamana kadar ülkeye verilen, halkımıza karşı yapılan ihanet ve verilen zararlar sadece bir özür dilemekle geçiştirilebilir mi?

Ki, bir eski dostla bu konuyu konuşurken, ’şeyhinizin yanlış yaptığını söylemekten bile korkuyorsunuz..’ dediğimde, ’birileri de  Erdoğan’ın yanlış yaptığını söylemekten korkar..’ Bunun üzerine, birilerini bilmem ama, ’ben Erdoğan’ın yanlışlarını söylerim ve söyleyebilirim, ama, sen bir defa bile şeyhinizin yanlış yaptığını söyleyebilir misin?’ dediğimde deriiiin bir sessizliğe gömülmüştü.

Çünkü, iç dünyasında kendi beynine ve kalbine karşı savaş vermesi gerekiyordu.

*

**

NOT:Selâm gazetesinin Yazı İşl. Müdürü iken, hakkında 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, yalanı bile güzel ve her şuûrlu müslümana bir de gurur verecek olan ‘Kudüs Kurtuluş Ordusu’ ve benzeri ‘terör örgütleri’ (?) kurmak iddialarıyla dâva açılanlardan ve bu yüzden, 16-17 yıldan beri İsviçre’de güç gurbet şartlarında yaşamak zorunda kalan Aydın Koral kardeşimizin ağabeyi Hamza Koral, fânî dünyamızdan beqâ âlemine  kavuşmuş bulunuyor.

30 Ekim günü, İzmit- Gölcük- Seymen’de toprağa verilen merhûmun cenazesine, Aydın Koral kardeşimiz haliyle katılamadı. Yakınlarını yitirdiklerinde gelinemiyecek gurbetlerde olanların nasıl acılar yaşadıklarını yaşayanlar bilir.

Merhûma Allah’dan rahmet ve başta Aydın Koral ve kardeşi Hâzım Koral olmak üzere, bütün yakınlarına da sabr-ı cemîl ve başsağlığı diliyorum.

*