Bismillah diyerek başlayalım söze…

Her şeyden ve her sözden önce bir Müslüman’ın yapması gerektiği gibi. Çünkü kendimiz olmak yaşadığımız çağın en önemli meselesi.

Nedir o?

Düşünce dünyamızın yıldızlarının yıllardır dillendirdiği üzere kendi öz mayamızın varlık sahasında bizi biz yapan kodlarına sahip çıkarak şu üç günlük dünya hayatını ebediyetin kıyılarına taşımak.

Tabi ki bunun için Hakk’ın ve hakikatin izini sürmek gerek bir ömür boyu…

Zira ne diyor Üstad Necip Fazıl: “Hakiki hürriyet, hakikate esarettir.”

“İnsan” kâinatın en büyük varlığı…

Bir mucize oluş sırrıyla gözlerini açtığı dünyada kendisine bahşedilen canın kıymetini bilmekle mükellef önce… Bu “can” ki Yaradan’ın ilk emaneti…  

Sonrasında kazandığı “güç” hayatı idame yolunda bir nimet ve ulvi gayenin uğrunda nefer olmaya araç hükmünde.

Buraya bir parantez açalım. Öyle ki canı emanet bilenin gücü de emanet bilmesi gerekir. Çünkü bu dünyanın gelip geçiciliği, inanmış bir kalbin öteleri keşfedeceği gönül murakabesinin temel harcı…

Üstad’ın ifadesiyle:

“Öteler öteler, gayemin malı;

Mesafe ekinim, zaman madenim.

Gökte samanyolu benim olmalı;

Dipsizlik gölünde, inciler benim…”

Diyebilmek ve hikmet boyutunda yaşamanın sırrına erebilme yolunda mücahede içinde olmak.

Sonra “ikrar”…

Bir kararlar manzumesi olan ömür gergefine desen desen sonsuzluğun resmini işlerken Hak ve hakikat aşkının arayışında olmak.

Ötelere açılan kapıların önünde bir çilingir gibi arayışını sürdüren ve bulduğu bir miskal izin işaret fişeğini ateşler gibi onu hemen hayata tatbik eden kişi, alacağı her türden kararın kendisini ulaştıracağı makamın “adalet” olacağını bilmelidir.

Bu noktada, aldığı her nefesin hakkını vermenin mesuliyeti ile verdiği kararların hak ölçüsünün dışına çıktığı takdirde her anın içinde büyütebileceği iyilikten mahrum kalınacağının şuuru inşa eder bir sonraki tekâmül basamağını…

O basamak ki artık son noktaya kadar taşımıştır insanı… Yeryüzünde her şeyden önce kendine sonra ailesi ile yaşadığı çevreye adaletle yaklaşan ve hak bilinciyle muamele eden kişi artık “kemal” bulur. Yani “insan-ı kâmil” noktasına erişir.

En nihayetinde bir uçurtmanın altıgeni gibi her bir kenarı temsil eden ve baştan bu yana sıraladığımız bu varlık yolunda kat edilen mesafenin duraklarını oluşturan can, güç, ikrar, adalet ve kemal hep birlikte insanı vücuda getirir.

İnsan bu değerlerle yükselir ve bir uçurtmanın gökyüzüne havalandığı gibi özgürlüğe doğru yol alır. Bu gerçek özgürlüğün ta kendisidir. Ten kafesine hapsolmaktan ve masivanın hengâmesinden kurtulur.

Yaradılışında sonsuz kudretin sırlarını gizleyen insanda ayrıca iki şey vardır ki bunlar da kuştaki iki kanada benzer. Akıl ve gönül…

Akıl meseleleri mantık süzgecinden geçirirken kalp sezginin ve hislerin verdiği mercekle bakar pörsümez yeniyi ve solmaz rengi zamanın ruhuna işlemek için…

Peki, bunlar olmazsa ne olur?

İnsan-ı kâmil gider yerine “beşer” kalır. Beşer ise etten ve kemikten farksızdır. Değil sonsuz olana varmak Hak vaki olduğunda çürüyüp toprağa karışan bir cesetten ibaret olur bütün hikâye…

Öyleyse gönüller sultanı Yunus Emre’nin mısralarıyla bitirelim ilk yazımızı;

Aşkın pazarında canlar satılır

Satarım canımı alan bulunmaz

Yunus öldü deyu sala verirler

Ölen hayvan (beden) imiş, âşıklar ölmez”

Vesselam…