Şiirin bir gevşeklik, bir rahatlama halinden ortaya çıktığını düşünenler var; bir nevi yemek sonrası tatlı gibi…
Düz yazıya gösterilen ihtimamı şiire göstermeyenlerin, göstermeyecek, gösteremeyecek olanların neden şiir yazdığını anlayabilmek mümkün olur mu?
Fuzuli’nin “Bir kelimeyi çok kullanıldı diye kullandım, bir kelimeyi de hiç kullanılmadı diye kullanmadım” ateşten ifadesinin üzerinden atlayarak, Kafka’nın “Şiir en sert yerinden yıpranır” keyfiyetinin içine düşerek tuzla buz olanlar var.
Şiir ile sihri, şiir ile kelamı, şiir ile rüyayı, şiir ile kelamı kibarı ve dahi şiir ile İlahi Kelamı yan yana getirememiş ve bunları yan yana düşünememiş müteşâirler var.
Şiiri mümkünler âleminin zaman kemendinden sıyrılarak, diğer âlemlere bir seyahat olduğunun farkına varamayanlar da var…
İmam-ı Gazalî Hazretleri’nin ‘Fıkıh için ne kadar hadis bilmeli?’ sualine, ‘Bilmeyi bilecek kadar’ cevabının neyi ve neleri kuşattığını düşünmeyen ve şiir yazmak için ne kadar şiir bilmeli sualinin cevabını düşünmemiş şairler var.
Üstad Necip Fazıl’ın “Şiir gizleme sanatıdır; Her remzde ‘gizli’den bir işaret ve her gizlilik işaretinde sırdan bir haber var” hikmetinden bihaber şiir yazma hevesinde olanlar var.
Şiirin mimarisinin içinde bir hendesesinin olması gerektiğini, şiir sanatlarının şiirin süsü olduğu gibi, kelime seçiminin, hecenin sayısının, cümle düzeninin ya da düzensizliğinin bir hesap kitap işi olduğundan bihaber şiir sahtecilerimiz var.
Şimdi,
Uluorta, hendesesiz yapılan kelime oyunlarının şiiri bir yere götürmediğinin farkına varamıyorsan ve bu kelime oyunlarına hakim olabilmenin şartının, çarşıda ciğer satan salikinkine benzer bir hal arz etmesi gerektiğini idrak edemiyorsan, bırak kalsın:
“Bakımlı parkların görgülü ağaçları,
eli yüzü düzgün kibar dalları,
Sarı yaprakları günışığını sarınmış bırakmamış.
Banklardan her birinde gündüzden kalma bir koku,
Bir kedi miyavlar yalnızlık hakkında…
elinde bir belgeyle geçer
Yakın denizde bir derinlik kokusu,
ve kımıldayan bir ölüm duygusu,
Ve deniz
Onun sularda olmayan bir sesle
mendireğin iri kayalarına yalvarışı,
Işıklarını takınmış zillerini kapamış son ada vapuru,
Haydi ay da sulara kaysın denize yaysın gümüş dantelasını.
Bir şair olarak geç karşılarına,
Bir de sevgili yavrula kalbinin minicik seslerinden
Yavaş yavaş boğulan,
Hafif bir de sarhoşluk özlemiyle kendini
Parktan anladığın dostluğa ver.
Bir miktar da elbette ağlamak istersin,
Saçın kararmış yakından neşeli insanlar geçmiştir.
Haydi toprağa çök de ağla
Ve bre!
Başının üstüne uykular çağıran adam;
Kendi yamanevinden habersiz dam özleyen adam
Bu şehrin gecesinde bulduğun safiyet şeytandan,
Deniz ve vapurlar ay ve ağaçlar ne de kedi,
Ne de elin ayakların duydukların gerçek yerlerinden değil.
Şimdi geç bunları geç parkları geç,
Hepimizin yırtılır gibi olan ağzına bak!
Yazdıkların şiir değilse kalsın,
Cennetse sevdan çık dışarı,
Solgun ışıklar,
Sessiz ağaçlar parklarla,
O cümbüş gecesini de tak peşine,
Yazdığın şiir değilse bırak bunları kalsın…”
Cahit Zarifoğlu