Hem gazeteci hem de bu ülkenin bir ferdi olarak 26 Şubat’tan itibaren gün be gün izledim olan biteni.

Her bakımdan “hummalı” bir süreçten geçtik.

Mitingler, konuşmalar, oturumlar, paneller, toplantılar, seçim çadırları ve şarkıları…

Hatta öyle zamanlar oldu ki hem evet, hem de hayır cephesini savunanların konuşmalarını ezberleyecek noktaya geldim.

Neyse ki merakla beklediğimiz 16 Nisan halkoylaması Pazar günü bir neticeye vardı.

Kuşkusuz ülkemiz tarihi bir ana şahit oldu ve sistem değişikliğini onayladı.

Bu sonucun ülkemizin bekası için, geleceğimiz için hayırlı olmasını niyaz ediyorum.

Hangi ilçelerden, şehirlerden ne kadar oy alındı, beklenin altında mı yoksa üstünde mi oldu?

Halk ne kadar ikna edilebildi? Hangi kesim neye nasıl oy verdi?

Bunlar bir tarafa…

Seçimin sonuçlarını beğenen de beğenmeyen de başını iki elinin arasına alıp düşünmeli, tam tabiriyle takkeyi önüne koymalı.

Nihayetinde “tercih”lerden edinilen her sonuç, bize “dürbünden bakılacak yeri” gösteriyor.

BİLİNSE

“Tercih”in galibi kim olursa olsun hazmetmemiz gerektiği…

“Çobanın oyuyla benim oyum nasıl bir olur?” gibi marazlı zihniyetin kaybettirdiği…

Tencere, tava çalmanın oyların sonucunu değil, hiçbir sonucu değiştirmeyeceği…

İstediğimiz olmadı diye ona buna saldırma, aforoz etme, inkâra kalkışma, kışkırtma, tahrik etme gibi yollara başvurmanın bizlere kârdan çok zarar getirdiği…

“Saygı”nın özellikle bu tür kritik süreçlerde elzem olduğu…

Ayrıştırıcı değil, birleştirici bütünleştirici ifadelere daha çok yer verilmesi gerektiği…

Bu ülkenin falancanın huyundan filancanın suyundan değil, hepimizin olduğu…

Nasıl ki 15 Temmuz sonrası “sen ben yok, Türkiye var” dediysek, aynı şekilde bugün de aynı amacı güderek, aynı şuur içinde hareket etmek gerektiği.

VAZGEÇİLSE

Her seçim sonunda Aziz Nesin’in “Türk halkının %60 aptaldır”, sözünü temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze servis etme küstahlığından…

Seçmeni suçlayıcı, aşağılayıcı, tekfir etme dilinden…

Seçim meşru olduğu halde verilen gayri meşru tepkilerden…

Kazanmanın rehavetinden, kaybetmenin getirdiği kontrolsüz kibirden.

“Milletin kararına saygılıyız ama…” demekten…

Zira “ama”dan önceki söylenen her söz geçersizdir.

RAHATLATTI

Referandumun sona ermesi…

“Hayırda hayır vardır” sloganının lağvedilmesi…

“hayır” ve “evet” kelimelerinin siyaset argümanı dışına çıkıp eski yerlerini almaları…

“Evropa’ya” Türkçe öğretmenin dayanılmaz hafifliği…

Koca koca adamların insan bedeniyle yazdıkları “evet ve hayır” trajedisinin son bulması…

Kulağımda cızırtılı hoparlörden çınlayan seçim şarkılarının susması…

İstiklal’de, Eminönü’nde, Beşiktaş’ta iki seçim şarkısı kakofonisinden uzak rahatça dolaşabilme imkânı…

Son günlere yaklaşırken artık iyice gerilen sinirlerin gevşemesi.

ŞAŞIRTTI

Bayburt’un yüzde 81 rekoru…

Seçmenin araştırma şirketlerine yaptığı ters köşe…

Daha fazla oy beklenen Fatih ve Üsküdar…

MHP’den beklenen ama gelmeyen oylar…

Doğu’dan beklenmeyen ama gelen oylar…

%51.4’lük rakamı düşük bulduğu için üzülenler…

Lokantaların hala açık olması.

Seçim sonucu her ne olursa olsun kazanan da kaybeden de biz olduğumuza göre…

Yapmamamız gereken, öyle veya böyle çıkan sonuçlara saygı duyup, “yapıcı” eleştirileri göz ardı etmeden, gerekli dersler alarak yolumuza devam etmek.

Bu süreçte en beğendiğim söz Aliya İzzetbegoviç’e ait: “Tarihi Allah yazar; biz sadece nerede duracağımıza karar veririz.”

Hamiş:

Bu süreçte kuşkusuz siyasi partiler epey yoruldu ancak en çok da millet yoruldu. Bir süre “tercih” yorgunluğunu atmak için önerim: Bu güzel bahar mevsimi bitmeden, bir müddet kuş cıvıltısı, dalga sesi, toprağı örten çiçek kokuları, bir yudum çay, bir kitap, bir film, bir dilim beyaz peynir, geleceğe dair kurulacak birkaç güzel düş iyi gelebilir.