İnsanoğlu yaşamının hiçbir evresinde olumsuzluklardan muaf değildir. Dünyaya geldiği andan itibaren her yönden gelişim gösterdiği gibi bir dizi sıkıntılı ve acı verici deneyimle de sürekli biçimde yüzleşebilmektedir. Bu problemlerin bir bölümü fiziksel gelişimle ilgili arızalardır; Engeller, kazalar, sakatlıklar vb. Bir kısmı sosyal yaşamın cilveleridir; Aile içi problemler, çocuklarla imtihan edilme, iş yaşamındaki çatışmalar vb. Tüm bu problemlerde mücadele edebilmenin ve psikolojik ve sosyal açıdan sağlıklı bir gelişim sergileyebilmenin anahtar ölçütü ise sabır ve kanaattir. Sabır aslında zannedildiği gibi kolay bir şey değil aksine oldukça zor bir şeydir. Çünkü sabır pasif bir bekleyiş değildir, öncesinde proaktif olarak tüm önlemleri almak, sonrasında gereken tüm çabaları sergilemek ve ardından acıya katlanmak, sıkıntı ve zorluklara karşı soğukkanlılıkla tavır almaktır. Bu da sağlıklı bir insani özelliktir.
Yüce Mevlamız, Mearic Süresi’nin 19, 20 ve 21. ayetlerinde en yüce vasıflarla mücehhez olarak yarattığı insanı şu şekilde tanımlamıştır; “Gerçekten insan pek tahammülsüz bir tabiatta yaratılmıştır. Başına bir fenalık geldi mi sızlanır durur. Ama ona bir nimet nasip olursa kendisinden başkasını yararlandırmaz.” İnsanoğlunun aceleci davranması ve sıkıntılı durumlar ve acı dolu deneyimlerle yüzleştiğinde yaşadığı çaresizliği kısa sürede unutması belki de en zayıf olduğu noktalardır. Günlük yaşantımıza göz attığımızda birçok problemin sabırsızlıktan ve geçmiş yaşantılarımızdan ders almamamızdan kaynaklandığı rahatlıkla görülebilir.
Yaşamda her şey bir imtihandır. Mallar, evlatlar, dostlar, makam-mevkiler, güç, güzellik, başarı. İnsanlar arasında tüm bu özellikler açısından aslında zannedildiği gibi çok fazla farklar yoktur. Bu bir yanılgıdır. Kiminin aylık geliri bin tl’lerle kiminin yüz bin TL’lerle ifade edilir. Kimi bakan veya müsteşardır, kimi hizmetli olarak faydalı olur. Kimi en iyi okullarda okur, kimi ise bu imkanı elde edemeyebilir. Farkı oluşturan insanın ne olduğu, kim olduğu, hangi makamda bulunduğu değildir. Farkı oluşturan ne yaptığıdır.
Çok zengin bir insan varlığının çok küçük bir bölümünü bile kendine harcayamadan ve insanlara bu maddi varlıkla faydalı olamadan istifçi bir biçimde yaşamını ne kendine ne de başkalarına faydalı olamadan tamamlayabilir. Benzer biçimde yüksek mevkideki birisi makamını, kişisel hırs ve çıkarlarının ötesine geçiremeden bencil bir yaşam sürebilir. Öte yandan bir başkası daha düşük mevkide olmasına veya daha düşük gelire sahip olmasına rağmen bu konumuyla manevi anlamda çok üst rütbelere çıkabilir. Anahtar nokta; bulunca dağıtmak bulamayınca şükredebilmektir. Varken herkes şükreder. Ancak bu noktalar aşkın insanların ulaşabileceği zirvelerdir.
Varlık ve mutluluk bir algıdır. İnsanı mutlu eden olaylara bakış açısıdır, mutsuz eden de yine bakış açısıdır. Zengin eden de doyum ve kanaattir. Fakir eden de. Çağımızda kaybettiğimiz en önemli değerler ve çağımızın vebası sabırsızlık ve tahammülsüzlüktür. Yüce Mevlamız sabreden ve kanaat eden insanlardan çok sayıda ayeti kerimede söz etmiştir.
Kanaatin önemini ifade eden bir hikâye ile yazıyı tamamlayalım:
“Bir padişah amansız bir hastalığa yakalanır, hekimler bir türlü deva bulamazlar. Günlerden bir gün uzak diyarlardan gelen bilge bir hekim Padişahı muayene ettikten sonra Saray’dakilere; ‘Eğer Padişah’ınızın düzelmesini isterseniz memleketteki en mutlu insanı bulup onun gömleğini Padişah’a giydireceksiniz’ der… Bu duyan ahali ve askerler memleketin dört bir yanına dağılarak bu “en mutlu insan”ı aramaya koyulurlar…Ama nafile bir türlü bulamazlar!.. Kime gitseler yüzünden düşen bin parça ve herkesin bir derdi var… Memlekette gitmedikleri köşe kalmamıştır… Tam umutları tükenmek üzereyken küçük bir köydeki yaşlı bir adam askerlere;
‘Aradığınız o insanı biliyorum… Dünyanın en mutlu adamı olduğunu hem ben gözlerimle gördüm hem kendisi söyledi… Biraz zahmetli olacak ama şu dağa çıkarsanız orada küçük bir kulübede kendi halinde yaşadığını görürsünüz… Ona derdinizi söyler, çaresini öğrenirsiniz’ der…
Askerler bu sevinçli haberden sonra zor ve zahmetli de olsa dağa tırmanırlar ve adamın küçük kulübesine gelirler… Sevinçle adama konuşmaya ve dertlerini anlatmaya başlarlar… En sonunda adamdan çok küçük bir ricaları olduğunu ve bunun karşılında kendisine büyük hazineler sunacaklarını söyler ve heyecanla ve sevinçle adamın kendilerine vereceği o gömleği beklerler…
Bütün bu olanları ve konuşulanları şaşkınlık içinde dinleyen memleketin “en mutlu adamı” başını sağa ve sola hafifçe sallayarak;
‘…AMA BENİM BİR GÖMLEĞİM YOK Kİ!.. DER…”
Selametle…