“İrfan dağına çıkmak için susmak gerekir”… Ne güzel sözdür bu… Her aklıma geldiğinde susmanın bir nimet olduğunu hatırlar gücüm yetiyorsa susmayı tercih ederim. Fakat bu öyle kolay bir iş değildir. İnsana sukut lehçesini bilmeyi gerektirir. Nefsin azgın elinde perişan olmadan kibre, öfkeye, şehvete, ganimete, garabete yenilmeden ayakta durabilen irade gerektirir.

Bu konuya nereden geldik derseniz içinde bulunduğumuz mevsimin Ramazan olduğunu hatırlamak yeterli olacaktır zannımca…

İnsan akıl, ruh ve nefis üçlüsünden ibaret bir varlık. Bunlardan ilk ikisi insanı yüceltse de nefis aşağıları işaret edip durur. Bu yönüyle ona dur diyecek olan iradenin, ilmin ışıltılarını üzerinde taşıyan bilginin ve kalbin aynasına parlaklıklar veren hislerin inşa ettiği muvazeneye ihtiyacı var. Muvazene ki o olmadan hiçbir yöne yol alınamaz. Çünkü onsuz yol belli olmaz.

Yürürüz sadece… Ama ne yöne gittiğimizi bilmeden ve nereye varacağımız hakkında bir fikir sahibi olamadan yürürüz. Bu içten içe bir acıda verir ruhumuza. Ruh tatmin olamaz bu yürüyüşten ve aklın mantık hesabının önümüze koyduğu netice her seferinde pişmanlıklar olur. Zamanı boşa harcamış olmanın verdiği pişmanlıklardır bunlar. Akıl ve ruh geride kaldığı için nefsin anlık heva ve heveslerine kapılıp giden ömür defterine ait yaprakların büyüttüğü pişmanlıklar…

Sevgililer Sevgilisinin (sav) dudaklarından dökülen “Bir edepsizlik işleyen bir hayrı işlemekten mahrum kalır” hikmet pırıltısının, mutluluğun ve iç huzurun anahtarı olduğunu bu noktada anlarız. Öyle ki ömrü nefsin eline bırakmadan yaşamanın sırrı, anı akıl ve ruh ekseninde nakış nakış işlemekten geçer.

Bunun için akıl ve ruhun gıdasını eksik etmemeliyiz. Hele her yıl mevsimler dönüp de on bir aylık yoldan gelerek kapımızdan içeri giren bir güzel misafiri bulduğumuzda onunla halleşmeliyiz. Bu halleşmenin bize kazandırdığı iç huzurla durup yeniden düşünmeliyiz hayatımıza dair her şeyi tepeden tırnağa. Bir iç muhasebe yapma zamanın geldiğinin farkında olarak çekilmeliyiz fildişi kulemize. Hani o, biz istemediğimiz müddetçe dış dünyadan hiç kimselerin ve hiçbir şeylerin ulaşamadığı ve insanın öz benliğiyle baş başa kaldığı makama sığınmalıyız.

Gönül sığınağını kendine mesken edinenler bugüne kadar heybelerine hep inci ve sedefler doldurdu. Zira sigaya çektiler hayatı. Yürüdükleri yolu gözden geçirdiler ilkin… Yanından yöresinden geçtikleri her ağacı, çeşmeyi ve insanı hatta karıncayı düşüncenin imbiğinden, hissiyatın ince eleğinden geçirdiler tek tek… Vardıkları noktayı ve menzilde kendilerini bekleyen rüyayı gördüler. Kimileri öyle hem hal oldu ki gönlündeki nur ile O’nun aşkına düş oldular.* Yanıp tutuştular sonsuz rızanın oduyla. Yunus Emreler, Hacı Bektaş-i Veliler, Abdulkadir-i Geylaniler, Mevlana Celladin-i Rumiler hep aynı yangına şule verdiler benliklerini…

Evet, tutulunca siyahtır çetele… Fakat korkmamalıyız. Mevla var gam yok. Sene boyunca hep nefsimiz konuştu belki şimdi onu susturmanın vakti.

O susacak ki kötülüklerimizin yerini iyiliklerimiz, cimriliklerimizin yerini cömertliklerimiz, günahlarımızın yerini sevaplarımız alsın.

O susacak ki öfkenin yerini sukunet, zulmün yerini merhamet ve nefretin yerini sevgi alsın.

O susacak ki aklın ve ruhun beyaz dilekçesi merhem olsun yaralarımıza, yarınlarımıza.

O susacak ki zübde-i âlem olan insan ile birlikte aşka düş olsun* bütün bir dünya…

*Aşka düş olmak: Tasavvufi manada aşka düşmek, ilahi aşk ateşiyle yanmak.