15 Temmuz miladımız oldu. Bir gecede bir milletin yeniden doğuşunun adı oldu. Ezanlar, salâlar eşliğinde, adımız yeniden fısıldandı kulağımıza. Asıl kimliğimize büründük o gece. Baba ocağımızın külleri kalktı, közleri alazlandı.

Yeni baştan Muhammedî olduk, O’nun durduğu yerde durmanın bedelini ödemeye hazır olduğumuzu âleme ispatladık. Canımızı hece hece “Allahuekber” yaptık. Tevbe Suresi’nin 111. ayetinde, “Canını Allah’a satmak” diye öğretilen imanın en canlı sınamasını hakkıyla verdik.

“Abdestimizi aldık, bayrağımızı da aldık, çıkıyoruz” sözüyle yürüdü gençler. Meydanda su birikintilerinden abdest alırken, kendileri hakkında olur olmadık sosyolojik tahliller yapanları utandırdılar. Ayakkabısını giymeden sokağa fırlayan ev hanımları, pijamasını değiştirmeyi unutarak meydana koşan taksiciler, istiklal sevdasının, özgürlük davasının lafta olmadığını ispatladılar. Ebediyen susturdular tuzu kuru sosyal mühendisleri; kirli hesaplarını, sığ tezgâhlarını kirli peçete kâğıdı gibi katlayıp ellerine verdiler.

Ümmiliğin sakladığı sessiz bilgeliğin yeryüzü sayfası oldu o gece. Saflığın, duruluğun, tevekkülün, suskunluğun; habire bağıran, sürekli cazgırlık eden, kof iddialarla öne çıkan din tüccarlarını susturuşuna, hakikat bezirganlarını utandırışına şahit olduk.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanımız Sayın Dr. Fatma Betül Sayan Kaya’nın ricasıyla, şehitlerimizin hayat hikâyesini yazma görevini üstlendim. Aylar boyunca, şehitlerimizin fotoğraflarını inceledim, akrabalarıyla akraba oldum, arkadaşlarıyla arkadaş oldum, sırlarıyla sırdaş oldum, davalarına yoldaş oldum. Kayıtlı seslerini dinledim; kimi türkü söylüyor kimi şaka yapıyor kimi pürneşe bir şeyler anlatıyordu. On beşlik delikanlıların tebessümlü selfilerine daldım. Muradı ahirete kalmış yeni gelin ve damatlarla göz göze geldim. Kucağındaki bebeğe annelik babalık borçlanarak yürüyüp gitmiş genç anne ve babaların gözlerinin içinde gezindim. Hüzünlü annelerin, kederli babaların, onurlu oğulların, dertli kızların, vakur eşlerin tanıklıklarına tanık oldum. Benim adıma, bizim adımıza, evladımız hatırına, vatan uğruna sessizce sabrettikleri, uluorta seslendirmedikleri hasret orucuna eşlik etmeye çalıştım. Acının bile pazarlandığı, gözyaşının tüketildiği cazgır ekranlardan uzak durmalarına, arsız mikrofonları sevmemelerine hayran oldum.

Şehadetinden önce tanıdığım birkaç dostum vardı ama şehadetlerinden sonra her şehitle yakından tanış oldum. Yüzleri, gözleri hep aklımda… Sanki sofralarında oturdum her gün. Aynı koltukta sohbet ettik. Aynı şiirleri mırıldandık. Sözleri, yeminleri, hayalleri gönlümde yankılandı. Birbirinden habersiz bu insanların bir gecede kaderin görünmez ipine inci gibi dizildiğine şahit oldukça, heyecanlandım, yerimde duramaz oldum. O hikâyelerin kendi hikâyemin devamı olduğunu fark ettikçe, utandım, şaşırdım, mahcup oldum. Dolaştıkları kaldırımlarda,

uğradıkları mekânlarda izlerini aradım. Dünyadaki ‘yokluk’larının yoklamasını yapmak için uzun uzun yalnız kaldım fotoğraflarıyla, sesleriyle, sözleriyle…

Meselâ…

Doksanlık dedenin altmış yaşındaki seyyar satıcı oğlunun şehadet haberini alırken sadece sessizce tebessüm edişine hayran oldum. Dört yaşındaki kız çocuğunun, anaokulundan arkadaşı, bir başka şehit çocuğu ile “Büyüyünce ben de şehit olmak istiyorum” muhabbetine gıpta ettim. “15 Temmuz’a kadar Onur benim oğlumdu, artık milletin oğludur” diyen babanın canla yazdığı şiir cümlesi karşısında sustum. “Gitme n’olur!” diyen nişanlısına “Seni seviyorum aşkım ama vatanımı daha çok seviyorum” diyen delikanlının ardı sıra bıraktığı vatanı daha çok sevdim. İlk evlilik yıldönümü için eşinin karlar içindeki kabrine koşan genç gelinin sözleri karşısında dondum: “Bir yıl önce ben ona beyazlar içinde gelmiştim, o da beni beyazlar içinde karşıladı!” Çaresizlikle beni arayıp da “Hocam, hani şehitler ölmez deniyordu, nüfus cüzdanlarımıza dul yazmasınlar, bizim eşimiz yaşıyor!” diyen kahraman kadınların karşısında gözyaşı döktüm. Büyükannesine “Babamı sen dünyaya getirmişsin, istersen bi’daha getirirsin, olmaz mı?” diyen Eliflerin küçücük yüreğinin çırpınışıyla, gözlerindeki kederli pırıltının vuruşuyla vuruldum.

“Bu gençler hangi arada yetişti?” diye soran akademisyen dostuma hâlâ cevap veremedim. Bu kahramanlık, bu birbirinden habersiz, aynı davaya canı uğruna baş koyma adanmışlığını hangi okulda öğrendiler, bilmiyorum. Bilmiyorum. Bilmiyorum.

Galiba Hızır’ın kendisiydi o gece; içimizdeki Mûsa’yı[as] uyandırmaya geldi. Meryem’di o gece belki de, içimizdeki İsâ’yı doğurmaya geldi. Yok, yok; Hira’ydı o gece, adımlarımızı Muhammed’ül Emin’in[asm] adımlarına katmaya geldi. Lafların tükendiği, sloganların utandığı, iddiaların yüz üstü süründüğü, Söz’ün başladığı yerdeyiz… Söz’ün…