O gün yani 15 Temmuz’un mutat bir gün olmadığını, olmayacağını sabahın ilk saatlerinden itibaren anlamıştım.

Havada mevsim normallerinin ötesinde bir serinlik, bende bir tuhaflık, her şeyde bir farklılık vardı.

Namazı Eyüp’te kıldıktan sonra Necip Fazıl’ın kabrini ziyaret etmek için yukarı çıktım.

Yol boyunca güneşin ilk ışıklarının dokunduğu yapraklar daha canlı ve parlaktı.

Çiğ damlalarına akseden gökyüzünün her bir damlada yeni bir dünya ve yeni ve farklı birer sır âlemi kurulduğunu idrak ediyordum.

Üstad’ın kabrinden aşağı inerken, “Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben…” diye mırıldanıyordum.

Gökyüzünde, kuşların uçuşlarında bile bir sükûnet ve bir asalet fark ettim.

Asıl beni mütevekkil bir tedirginlik içine sürükleyen ise, dalgalanan her bir bayrağın bu sabah daha başka, daha ihtişamlı ve daha bir nazlı, aşina olduğu rüzgârla uyum halinde gökyüzüne rengini vermesiydi.

Ufuktaki kızıllık, kızıllıklarda bir ufuk gibiydi. Renk cümbüşünün içindeki en canlısı bayrağın kan kırmızısıydı.

Ölmek için güzel bir gündü. Öleceğimi düşünüyor, üzerimde kul hakkı kalmasın diye kime ne kadar borcum olduğunu ve nasıl ödeyeceğimi hesaplıyordum.

Sonunda devlete olan vergi borcum dışında kul hakkım kalmadan göçüp gideceğimi kesinleştirerek hesabı kapattım.

Nereden nasıl geleceğini kestiremediğim ölüme, tarifi imkânsız bir huzur içinde hazırdım.

Öğle namazından sonra bir köşede rabıtaya durdum. Gözlerim kapalı haldeyken, şeyhimi Boğaz Köprüsü’nün üstünde elinde al sancakla gördüm. Burnumda cennet kokusuyla, heyecanla, kan ter içinde bitirdim rabıtayı…

Akşamın karanlığına doğru benliğimi kaplayan mütevekkil tedirginlik artmış, “Bir yerlerde benden habersiz bir şeyler oluyor ama ne oluyor” diye düşünerek zamanı kendime dar ediyordum.

‘Namazımı dergâhta kılayım, zikir sarhoşluğuyla sükûnete kavuşurum belki…’ diyerek yola koyuldum.

Gelenleri de kendim gibi tuhaf ve tedirgin gördüm. Birisi ‘Pir’in İstanbul’da olabileceğini, kokusunu aldığını’ söyleyecek kadar sekr halindeydi.

Esaslı bir zikir yaptık. Rahatlamış, dahası fena halde coşmuştum. Nerdeyse bütün kaygılarımı attım diyebilirim.

Vakit hayli ilerlemişti.

Çıkarken Pir’in kokusunu aldığını söyleyen ihvana, “İstanbul’da kanat çırpan bir kelebek, Pir’in dergâhında kasırgalara neden olacaktır” diye bir espri yapmak istedim, “Zikir boyunca Köprü ’de gördüm” demesin mi?

Aynı mütevekkil tedirginliğe geri döndüm. Hızlı bir şekilde Köprü ’ye doğru yola çıktık.

Herkes bizim gibi köprüye doğru koşuyordu. Evet, şimdi gün boyu işaretini aldığım tuhaflığın tam içindeydim. Koşarak ilerlerken kalabalığın en önündeki şeyhim, gündüz yakasında gördüğüm şekilde elinde kırmızı sancak, barikat kuran askerîlerin üzerine doğru, mermilerin, tank ateşinin arasından ilerliyordu.

Ona yetişebilmenin heyecanıyla koşarken bir yanma hissettim. Baktım sağ ayak bileğimden kan akıyor. Topallayarak koşmaya devam ederken yine aynı şeyi mırıldanıyorum: “Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben…”

Beni birisi aldı, sürükleyerek yolun kenarına çekti. Orada huzur içinde kan kaybından ölmeyi beklerken, işte burada, hastanedeyim.

O gece yarım kalmış bir rüyayı tamamlamak hevesiyle topal bacağımla, bayrakla bir olmuş, bütünleşmiş şeyhimin peşindeydim.

Şimdi tam olarak hatırlayamıyorum; ‘rüyasında beni gören şeyhim miydi, yoksa zikir halkasında coşarak kasırga olmuş ben miydim?’