İlk karşılaşmaları üniversiteye kayıt yaptırırken olmuştu.

Kız, büyük şehre yeni gelmenin ve kalabalığın ürkekliğini üzerinde taşıyordu. Yanında ise tam bir Anadolu insanı, saf, o da en az kızı kadar ürkek olan ellili yaşları geride bırakmış bir adamcağız… Üzerinde çizgili, yıpranmış beyaz bir gömlek, ütü yüzü pek görmemiş, kırışık, eski bir pantolon ve burnu epey yıpranmış siyah bir kundura… Belli ki köyünde hayvancılık, çiftçilik yapan gariban bir köylüydü ve onun da kızı gibi büyük şehre yolu pek düşmemişti.

Kız üniversiteli olmanın heyecanını yaşıyordu, aynı zamanda da yanındaki babasından utanıyordu belli ki… Öyle ya babasının köylü ve gariban olduğu çok belliydi… Kendisinin kıyafeti de çok öyle ahım şahım bir şey değildi gerçi ama… Taşralı olduğu ve giyinmeyi çok da beceremediği İstanbullu biri için hemen anlaşılıyordu…

Semih ise İstanbul’da doğup büyümüş, okumayı yazmayı seven, İstanbul’da yaşayıp da İstanbul’u yaşamaya çalışan nadir gençlerdendi.

Kız ve babası dikkatini çekti, nedense adama kendini yakın hissetti… Kızın da ürkek ceylan gibi duruşu karşısında kıza da acımayla karışık bir muhabbet duydu.

Kız ve babası, yanındaki banka gelip oturdu. Adam hafif bir sesle selam verip teklifsiz başladı muhabbete… “Kızım Hülya, eczacılığı kazandı da onun kaydı için gelmiştik; bu İstanbul nasıl bir şehir böyle, insan boğulur burada. Her taraf araba ve insan seli… Bu sele kapılmadan yaşamak, her babayiğidin harcı değil…”

Kız da bu sırada yarı utangaç bir şekilde biraz yere bakıyor, biraz Semih’e… Semih’le göz göze gelince burnunun ucu kızardı. Semih ise ondan daha çok utandı ve ikisi de yere bakmaya başladı.

Semih, bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti. “Evet, İstanbul’da yaşamak zordur; hele de Anadolu’nun sakin, yeşili, oksijeni bol, her şeyin doğal olduğu bir köşesinden gelmişseniz…” dedi ve ekledi: “Ama İstanbul yaşanılası bir yerdir, İstanbul’da yaşarken İstanbul’u yaşarsanız başka yerde yaşayamazsınız.”

Adam, pek bir şey anlamasa da başıyla Semih’i onayladı. Kız ise Semih’in akıcı Türkçesi ve samimiyetinden çok etkilenmişti.

Günler, haftalar, aylar hatta yıllar geçti. Hülya ve Semih, bu geçen zamanda muhabbeti bir hayli ilerletti. Semih, Hülya’ya hep yardımcı olmuş; Hülya da ne zaman başı sıkışsa Semih’ten yardım istemişti.

Hülya üçüncü sınıfa geçmişti. Semih’e bir bağlılık hissediyordu ama hissettiği duygunun ne olduğunu da kestiremiyordu. Sevgi değildi, aşk hiç denemezdi bu duyguya… Çünkü Hülya geçen zamanda kabak çiçeği gibi açılmış, arkadaş çevresi farklılaşmış, kendine içten içe hayranlık beslediği, TV’lerde görüp imrendiği kişilerden oluşan bir çevre oluşturmuştu. Sigara içiyor, ara ara alkol alıyor, kızlı erkekli gruplarla Semih’in hiç uğramayı düşünmediği semtlerde geziyordu. Ah bir de maddi olarak daha rahat olabilseydi!..

Semih, zaman zaman Hülya’yı uyarıyor, Hülya ise Semih’e hayatının çok monoton olduğunu söyleyip kendilere takılmasını istiyor, sendeki para ve aile bende olsa hayatın nasıl yaşanacağını gösteririm, diyordu. Senin hayat dediğin şeyler insanın hayatını karartan şeyler, diye karşılık veriyordu Semih de…

Hülya, “Bu Semih  ne garip çocuk!.. Bana her türlü yardımı yapıyor ama hiçbir karşılık beklemiyor. Beraber takıldığım insanlar ise menfaati olmadan en ufak bir iyilik yapmıyor. Hele erkekler, hele erkekler…” diye düşünüyordu. Hâlbuki yaptığı iyilikler karşılığında Semih ne isterse yapmaya hazırdı.

Yine bir gün çok önemli bir ihtiyacı için Semih’den yardım istedi ve Semih’e “Bak, çok yardımını gördüm ve başım her sıkıştığında sana koşuyorum, sen de yardımını esirgemiyorsun. Bunların karşılığını vermek istiyorum.” dedi. Semih, hayır herhangi bir şey istemiyorum, hem nasıl olacakmış?” dedi. Hülya, ise “Semih’in elinden tutup biraz daha sokularak sen nasıl istersen öyle.” diye cevapladı sırıtarak… Semih  ise Hülya’nın elini sertçe ittirip biraz uzaklaştıktan sonra, “Sen beni hiç tanıyamamışsın!..” dedi ve hızlı adımlarla uzaklaştı.

Onları izlemekte olan arkadaşı Selin, Hülya’nın yanına gelerek, “Ne oldu? Kimdi o?” diye sordu.

Hülya ise biraz şaşkın, biraz üzgün ve hayal kırıklığı yaşamış bir şekilde Semih ‘in arkasından bakarak: “Hiç!.. Salağın biri işte!..”

Not:Kahramanlar ve olay, hayali değildir.