Bu kelimeyi seviyorum. Üstad Said Nursi’nin mecazı. İşe yaramaz ‘malûmat’ı ima eder “odun” kelimesiyle. Yakılmadıkça, sadece yüktür sahibine odunlar. Sıcak temas kurmadıkça, fazlalıktır, hacim işgal eder.

Yakılmayan odunlar kavgada işe yarar; hele de yaş olanı iyi bir sopa sayılır. Ateşli tartışmaları fitiller. Alın size kocaman bir odun: “Âdem’in de babası var!” Bu cümleyi ulu orta söylerseniz, kastettiğinizin aslında her biri ‘âdem’ diye anılmayı hak eden insanlar olduğunu bilmeyenler öfkelenir, kavga ateşini bile isteye körüklersiniz. Şöyle bir habis fayda elde edersiniz:  Orada burada, olumsuz ya da olumlu adınız duyulur. Sövgü alsanız da önemli değildir. Şöhretin iyisi kötüsü mü olur! Derken bu odunun karşısına yeni odunlar sürülür: “Âdem’in babası var diyenin…” Az ötede birinin ağzından çıkacak ‘odun’u bekleyenler vardır; fırsat geçer ellerine. İkinci sözün sözün sahipleri, birinci söz sahiplerinin hevesine hizmet eder. Birincilerinin ünlü olmasına yardımcı olurken, kendileri de arada ünlenir. Övgü alırlar! Odun dallanır budaklanır, çoğalır. Sövenler, sövenleri övenler, sövenlere sövenler, övenler, övenlere sövenler, övenleri övenler derken, meydanda hızlı bir nüfus artışı olur. Saf zihinler tonlarca ‘odun’un altında kalır. Ana kural işler. Polemikçiler polemikçileri besler. “Hayırlı işler!”

Yine de “odun” kelimesine haksızlık etmek istemem. Said Nursi, “odun” kelimesini bir tıp doktoruna yazdığı mektupta kullanır: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum.”

“Camid”, yani “ölü”dür teknik bilgiler, kuru mâlumatlar. Ne var ki, polemik üretenlerin-hele de din adına polemik üretenlerin-yaptığı, canlıları öldürmekten öte, ölüleri canlıların yerine koymaktır. Teknik bilgi bile değildir bu tür polemiklerin içeriği “Hz. Âdem’in babası vardır” polemiğine karşı, “Hz. Âdem’in babası yoktur, yoktur diyen sapıktır vs.” sözleri, “Hz. Âdem’in babası vardır!” sözünün reklamını yapar sadece. Hakikate hizmet etmez; kimseye talebelik teklif etmez. Vicdana sorumluluk yüklemez. Bir şeyi onarmaz. Bir aklı inşa etmez. Vıcık vıcık boş laf üretir, dedikodu servisi yapar; sonuçta malayanilik kazanır. Bunca kalabalık lafın arkasında, duru ve diri hakikat gölgelenir;  nazlı gerçek toz dumandan görünmez olur.

Neydi sahi o nazlı gerçek?

Kur’ân’da âlemler Rabbinin “Yâ benîâdeme…” hitabıyla insana yüklediği net sorumluluk. “Ey Âdem’in evlatları…” diye hitap ederken bize Rabbimiz, Âdem’e baba bulmaya değil, Âdem’i baba bilmeye çağırır… Yüreğimize sıcacık bir kor bırakır: “Âdem’in evladı olmanın hakkını veriyor musun?”

Biraz açalım bu soruyu-ki Kur’ân açmamızı bekler: “Sen de baban Âdem gibi düştüğün yerden kalkmak için Rabbinin mağfiretini ve rahmetini ümit biliyor musun?” “Sen de baban Âdem’i İblis’ten ayıran, hatasını hata bilme erdemini üstleniyor musun?” “Sen de baban Âdem’in ‘Rabbimiz biz kendimize zulmettik, hata ettik, kusur işledik…’ itirafını benimsiyor musun?” “Sen de baban Âdem gibi masumiyetini yitirdiğin yerde mahcubiyetini takınıyor musun?”

Bu sorular ve daha nicesi, insanı içine döndürür ve susturur. Orada burada, ona buna sataşmakla, ondan bundan laf taşımakla şöhretli yapmaz. Ateştir bu sorular; yakar ‘âdem’ olanın içini. ‘Peygamber Ocağı’nın közünden nasiplendirir. Köz yapar nefeslerini insanın.

Ama reyting yapmaz. Reklamcıların iştahını artırmaz. Para kazandırmaz. Kimsenin adını dillere destan yapmaz…