Cumhurbaşkanı Erdoğan yabancı kökenli kelimelere savaş açtı.

Fakat ben bu savaşın çok uzun süremeyeceğinden veyahut ‘arena’ ile ‘clup’ dedi diye bütün ihalenin bu iki yabancı menşeili kelimelere kalacağından endişeliyim.

Neden mi?

Çünkü iş yapmaktan çok, bakıyorum yasak savmak için çaba sarf ediliyor gibi bir hava hâkim ortalığa.

Ve çünkü her halimiz filin tanımı gibi bir vaziyet içinde; bütünü görebilecek basiretimiz yok.

Bir misal, Cumhurbaşkanı’nın metin yazarları ‘Sorun’, ‘yaşam’, ‘süreç’, ‘reform’, ‘revizyon’ kelimelerini konuşma metinlerinde kullanmaktan ve kullandırmaktan imtina etmiyor.

Yabancı kelimelerle birlikte uydurukçaya karşı savaş yok mu?

Dediğim gibi sırf arena ve clup kelimelerini zikretti, diğerlerinde sıkıntı yok diye düşünülüyor her halde.

Bu topun barutu eksikse evvela, diğer eksiklerini saymaya lüzum yoktur.

Bir şey eksik ve bu eksiği göremediğimiz takdirde başka diğer eksikleri görüyor olmak bir anlam ifade etmiyor.

Öyle bir eksik ki, bütün olarak insan meselelerine, eşya ve olaylara bakışımızı engelliyor.

Nereye gidiyoruz?

Mao Zedung’un “Teori yapan pratikten daha pratik yol yoktur” tespitinin araladığı kapıdan Mirzabeyoğlu’nun “Hukuk ahlâkın pıhtılaşmış halidir” teşhisine doğru yol alıyoruz.

Ne demişti; “Hep aynı kısır döngü; fikir olmayan yerde ahlâk oluşmaz diye bas bas bağırıyoruz yıllardır. Hukuk ahlâkın pıhtılaşması… Ahlâk yoksa?.. Ne pıhtılaşacak. Neyin pıhtılaştığı meydanda. Fikrin ne ki, onun oluşturduğu “ahlâk” ve “hukuk” olsun… Özellikle “sosyal ve siyasî” meseleler söz konusu olduğunda, âdeta ‘kim daha ahlâksızsa o kazansın’ der gibi bir yarış. Yarış da değil, itiş kakış”

Ahlakı hukukun özü, kanı, canı olarak gördükten ve bütün bir hukuku pratikte yaşayan bir ahlaka bağlayabildikten sonra, nerede İsviçre Medeni Hukuku veyahut nerede kaldı İtalyan Ceza hukuku…

Yaşayan toplumun kılcal damarlarına sirayet etmiş ahlak; suyun buhar gibi, buz gibi bütün halleriyle hukukun teşekkülü olarak yer ve değer görürse elbette başka milletlerin ahlak anlayışından neşet etmiş hukuk kaidelerinin de o toplumda yeri olamaz.

Ve elbette yabancıların kültürlerinden neşet etmiş kelimelerin de…

Neyimiz eksikmiş yavaş yavaş görünmeye başlıyor şimdi. Üzerindeki örtüyü kaldırıp aranılan şeyi bulmak gibi…

Bunları nelerin düşündürdüğüne gelince…

15 Temmuz’da kahraman milletimizin ortaya koymuş olduğu direniş tecrübesini yani toplumun vatan müdafaası için koyduğu ahlaki tavrın hukuki olarak devamını, sonucunu getiremiyoruz.

Meydanlarda tanka, topa, tüfeğe, hainlere, sahtekârlara, vatan hainlerine karşı gösterilen granitten duruş, mahkeme salonlarında tiyatrodan komediye doğru biçim değiştiriyor.

Dahası milletin meydanlardaki ‘idam talebi’ duruşmalarda kara mizah olarak tahliye talepleriyle karşılık buluyor.

Toplum olarak büyük bir yokluğun ıstırabı içinde kıvranıyoruz;

“Fikrin ne ki, onun oluşturduğu “ahlâk” ve “hukuk” olsun…

Özellikle “sosyal ve siyasî” meseleler söz konusu olduğunda, âdeta ‘kim daha ahlâksızsa o kazansın’ der gibi bir yarış.

Yarış da değil, itiş kakış…