Özgün fikirleriyle İslam düşüncesine önemli katkılar yapmış olan Cevdet Said, insanları Kur’an’ın hakikatleriyle buluşturma çabasını ilerlemiş yaşına rağmen büyük bir aşkla sürdürdü. İki yıldır konferanslara gidemese de internet üzerinden katıldığı haftalık derslerle Diriliş Postası’na gönderdiği haftalık köşe yazılarını aksatmadı. Hocanın son dönemde iyiden iyiye mecalsiz düşmesi sebebiyle 5 Mayıs 2017’de başlayan köşe yazılarını 28 Nisan 2019’da durdurmak zorunda kaldık. Ramazan ve yaz dönemi bittikten sonra belki arada yine yazılarını alabilirsek ben memnuniyetle tercümelerini yaparak yayınlamaya devam ederiz.

Diriliş muştularını topluma ulaştırmak

 

Cevdet Said’in, köşesinde iki yıl boyunca yayımlanan 95 yazısından üç kitap oluşturduk. İlki “Muttaki Mütefekkir CEVDET SAİD” adıyla Çıra Genç yayınları arasından çıktı. Diğer iki kitap da yakında Pınar Yayınları tarafından yayımlanacak. Kur’an’ın kendisini nasıl özgürleştirdiğini anlattığı bir makalesinde; “Bilgilerimin noksanlığını ve delillerimin zayıflığını yeniden itiraf ediyor ve bundan dolayı özür beyanımı yineliyorum.” diyen mütevazı, müttaki ve gerçek mücahid Cevdet Said’in; mülteci olarak İstanbul’a geldiği Aralık 2012’den bu yana 80 kadar konferans ve sohbetini, yüze yakın da makalesini Arapçadan Türkçeye tercüme ettim.

Üstadın gerek yazılarını gerekse konuşmalarını Türkçeye aktarırken kendime hep şu soruyu sordum: “Cevdet Said Türkçe konuşan ve yazan bir mütefekkir olsaydı bu fikrini ya da cümlesini nasıl ifade ederdi?” Bu soruya cevap teşkil edecek nitelikte ‘anlam odaklı’ bir tercüme yapmaya, ‘manaya sadakat’ yanında ibarenin güzel olmasına çok özen gösterdim. Ama buna rağmen üstadın derin fikirlerini Türkçeye aktarırken bazı anlam kayıpları olabileceğini de hatırda tutmakta yarar görüyorum. Nitekim hiçbir ibarenin mutlak tercümesi yapılamayacağı gibi hiçbir tercüme de aslî ibarenin yerini tutamaz. Zira farklı olan sadece kaynak ve hedef diller değil bilakis bu dillerin bir parçası olduğu kültürlerdir.

Sorunların silahla çözülebileceğini zannedenlerin derin bir yanılgı içinde olduğuna dikkat çeken üstat, cihadın ‘insanları öldürmek’ değil, Kur’an’ın anlaşılması ve ilahi mesajın yayılması için mücadele etmek olduğunu yetmiş yıldır anlatmaya devam ediyor. Yazılarında ve konuşmalarında ‘suçu başkalarına atma’nın Kur’ani bir yöntem olmadığına vurgu yapan üstat, şiddete başvurmaktan kaçınmaya, bireyi ve toplumu ilim, barış ve ikna yöntemiyle ıslaha, kâinat ve Kur’an âyetlerini tefekküre, tarihten ders almaya ve Allah’ın tabiata ve topluma koymuş olduğu yasalara riayet etmeye çağırıyor.

Cevdet Said’in hayatını, eserlerini, etkilendiği şahsiyetleri ve temel fikirlerini konu edinen beş yazımın ardından yirmi kadar makalesinin tercümesine yer verdiğimiz “Muttaki Mütefekkir CEVDET SAİD” kitapçığından birkaç pasajı örnek kabilinden iktibas ederek hacmi küçük bu eserin önemine dikkat çekmek istiyorum.

Toplumların yok oluş yasalarını kavramak

 

“Ey insanlar! Sizden önceki toplumlar, saygın birisi hırsızlık yaptığında ona dokunmadıkları, bilakis zayıf birisi hırsızlık yaptığında ona had/ceza uygulamaları sebebiyle helak olup gitmiştir.” hadis-i şerifi medeniyetlerin ve toplumların yok oluş yasasını açıklamaktadır. Efendiler, yüce hedef ve esas gaye adalettir. Temel problem adaletin yok olmasıdır. Problemlerin tamamı adaletin tesis edilmesiyle çözüme kavuşacaktır.

Günümüzde dünyayı menfaatlerini korumak için her yola başvuran zengin bir küçük grup yönetmektedir. Kendi çıkarlarını garanti altına almak için adına “Güvenlik Konseyi” dedikleri bir düzen kurdular. Konseye üye devletlerin tamamının müttefik olmadığı bir kararın bu konseyden geçmesi mümkün değildir. Böyle bir ‘meclis’ten dünya devlerinin ve suça bulaşmış ortaklarının çıkarlarına uymayan bir ‘güvenlik’ kararı çıkması nasıl beklenebilir?! (s.60).

Dünyamızda yürürlükte olan ve her türlü alçakça eylemin fitilini ateşleyen formel terör örgütlerinin birinci kaynağı, küresel güç odaklarının çıkarlarına hizmet eden bu bozuk düzen ve standartlardır.

Toplum genelinde uygulanmayan bir kanun kanun sayılmaz. İnsanların bir kanunu kabullenmesi, o kanunun özünde mevcut olan adalet oranından ziyade o kanunun toplum geneline uygulanma oranına bağlıdır. İnsanlar kanunun ağırlığına katlanabilir, ancak, ortada kanunun üzerinde olan birileri varsa buna saygı duymazlar ve bu durumu kaldıramazlar. Önceki medeniyetlerin helak olup gitmesinin sebebi işte budur. Mevcut medeniyetin yok olmasına sebep olacak olan da budur. Bu yasa gelecekte de geçerli olacaktır. Bu şekilde batan toplum ve medeniyetler için ne yerde ne de gökte göz yaşı döken kimse de olmayacaktır.

Dünyanın en büyük küresel kurumu olan BM’de veto hakkı(!) kullanılması bu kurumun helakine yol açacaktır. Çünkü bazı üyelere veto hakkı tanıyarak derin bir uçurumun eşiğinde durmayı kabul etmiştir. Geçmiş toplumları helak eden bu zulüm, birilerine imtiyaz tanıyan mevcut ülkelerin de yıkılmasına sebebiyet verecektir. Zira bu düzen, adaleti bütün insanları kuşatacak şekilde eşit dağıtmıyor. (s.61).

Oysa Kur’an-ı Kerim, sadece bir toplum ya da grup içinde değil yönetim ilişkisi kurulan bütün insanlar arasında adaletin eşit dağıtılmasını emretmektedir:

“Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. Allah’ın size yapılmasını tavsiye ettiği (şey), mutlaka en güzel (şey)dir: Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, her şeyi görendir.” (Nisa 4:58).

İnsanlar arasında adaletin uygulanmasından korkanlar mutlaka tepe taklak olacak, düzenleri temelinden sarsılacak, tavanları başlarına çökecektir.

İnsanlar arasında eşitliğin yokluğu küfür ve şirk anlamına gelmektedir. Bazı Müslüman fakihler “Allah’ın kâfir ama âdil bir devlete yardım edebileceğini, ancak Müslüman da olsa zalim bir devlete asla yardım etmeyeceğini” ifade etmiştir. Zira, enbiyanın çağrısına uygun hareket eder de adaletli davranırsa bir devlet kâfir de olsa ayakta kalır, tarihi inşa eder, insanlığın enerjisini en güzel şekilde ve olabilecek en eşit biçimde kullanır…” (s.62).

Duygusal değil sünnetullaha uygun davranmak

 

“Duygusal tepkiler bizi Allah’ın toplumlar için vazetmiş olduğu yasalardan (sünnetullah) uzaklaştırmamalıdır. Bu olaylar teenni ile analiz edilmelidir. Heyecana kapılıp reaksiyoner tavırlar ortaya koymamalıyız. Tenha bir yerde İslam’ın ve enbiyanın getirmiş olduğu ilkeleri -âfak ve enfüs âyetleri (iç ve dış dünyamızdaki gerçekler) çerçevesinde- keşfetme çabası içindeki bir şahıs, bütün dünya gibi bizim de tekrar edip durduğumuz üzücü olaylarla meşgul olmaktan çok daha önemli bir misyon üstlenmiş demektir. (s.64).

Değişimi bizzat kendimizde başlatmalıyız. Evet, değişim öncelikle bende ve sende başlamalıdır. Çünkü sünnetullah böyledir, Allah’ın beşer topluluklarına koyduğu yasa budur. Keşfetmekte ve yasasına uygun davranmakta zorlandığımız mesele işte budur.

Sorun bizdedir. İsrailliler, hilafet kurumu yıkıldıktan ve İslam dünyası çözüldükten sonra Filistin’de güçlenebildiler. Bugün de Mescid-i Aksa’yı ele geçirmeye yeltenebiliyorlar, çünkü Müslümanlar birbirlerini boğazlamakla meşgul! İsrail’i Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın mahremiyetini çiğnemeye cesaretlendiren şey bizim cahilliğimiz, geri kalmışlığımız ve yaşadığımız kaostur! (s.65).

Nefret ve kibir dolu ruh yapısı hem bizim hem Amerika’nın hem de İsrail’in ortak problemidir. Esasen bütün bir dünyanın temel problemi karşılıklı nefret ve korkudur. Çünkü insanlık olarak hâlâ müstekbirler ya da müstazaflar toplumu olmaktan çıkamadık! Oysa başka bir toplum modeli daha var: Nebiler toplumu, rahmet toplumu, ezen güçlüler ya da ezilen zayıflar değil eşitler toplumu… Ezilenler toplumu olmaktan çıkıp olayları net bir şekilde anlamaya başladığımızda baskısız toplumu baskı olmadan oluşturabilme imkânı elde edeceğiz. (s.66).

Bütünüyle bozuk bu durum karşısında savaşı değil ilmi bir mücadele yöntemi olarak benimsemeliyiz. Önemli olan savaşçıları ülkemizden kovmamız değildir. Nitekim yakın zamanda o işgalcileri Cezayir’den defettik. BM’i Somali’den kovduk, keza Beyrut’tan uzaklaştırdık. Azgın tağutlarla çok kez savaştık, bazılarını da bertaraf ettik. Ama ne yazık ki bu ülkelerimizin toplumları toplumsal düzen kurma ilim ve sanatından yoksun olduğu için şımarık müstekbirlerin olmadığı adil bir toplumsal sistem oluşturamadılar.

Esasında temel sorun, bütün dünyanın, tüm toplumların tek bir toplum modelini benimsemiş olmasıdır: Müstekbirlerden/ ezenlerden ve mustazaflardan/ ezilenlerden oluşan toplum modeli! Çünkü bu toplumsal modelde şımarık müstekbirler sürekli bir gün mustazaf konumuna düşme korkusu yaşamakta, mustazaflar ise müstekbir olacakları günün hayalini kurmaktadır! (s.70).

Konuşmalarımda zaman zaman enbiyanın mesajlarının henüz yeryüzüne inmediğini, bugüne dek gökte asılı kaldığını vurguluyorum. Çünkü nebilerin mesajı hayırlarda yarışma ve başkalarına hizmet etme hususuna odaklanır. Oysa onca enbiyanın tâbileri bu mesajı ‘eziyet etmede yarışma ve başkalarını dışlama’ şekline dönüştürmüştür! (s.73).

Nebilerin çağrısı, hükümleri değiştirmeye ve yeni yaptırım türleri uygulamaya değil, toplumu ıslah edip adaleti sağlam bir şekilde yerleştirmeyedir. Bu siyasal reform, tevhit unsurlarının bir boyutudur. Zira tevhit; insanlığın müstekbir kodamanlara itaat etmekten kurtulup sadece Allah’a ve yasalarına boyun eğmesidir. Tevhit gayba ilişkin metafizik bir mesele değildir. Aksine tevhit;sosyal ve siyasal bir meseledir.” (s.103).

İbadetlerin kural oluşturma rolünü fark etmek

 

“Hacca gitme, bayram ve cuma namazları vd. tüm ibadet ve dinî sembollerin, varoluşun anlamını kavramada ve enerjileri kontrollü şekilde aynı hedefe yönlendirmede, böylece bireysel ve toplumsal iletişim ağını oluşturmada büyük önemi vardır. Dahası bu süreç hayatı yaratanla, gökleri ve yeryüzünü var edenle bağlantı kurmayı sağlamaktadır. Dolayısıyla hiçbir ibadeti bağlamından kopuk, amaçlarından ve işlevlerinden bağımsız ‘tek başına’ bir ritüel olarak görmemek gerekir.

Müslümanları yok olmaktan kurtaranın ibadetler olduğuna şüphe yoktur. Lakin akıllı ve raşid bir Müslüman toplum inşa etmek için ibadetler tek başına yeterli değildir. Zira ibadetlerin değeri aç ve susuz kalmada, yorgunluk çekmede, ayakta durmakta ya da seyahat etmekte değildir. Bilakis ibadetlerin son derece büyük olan değeri bu kulluk etkinliklerine atfettiğimiz anlamdan kaynaklanmaktadır. Mesela kıraat ibadeti: Düşünerek ve anlayarak okumakla sadece ölüler için -Kur’an’ı mehcûr (metruk) bırakmak anlamına gelen- ‘hatim okumak’ arasında çok fark vardır. İnsanlar ölüleri cennete girsin diye Kur’an okumaktadır. Oysa bu kitap insanlar hayatlarına onunla nizam versinler diye gelmiştir. (s.100).

Kıraat ibadetine eşlik etmesi gereken anlamı düşünme olmaksızın şekil, organizasyon ve merasimlere gösterilen bu ehemmiyet, Kur’an’ın şu ikazıyla ifade buyurmuş olduğu yanlış bir tutumdur: “Birr; iyilik, yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir…” (Bakara 2:177).

Çok rica ediyorum, ne okuduğunuzu anlamanız ve mesajı düşünüp öğrenebilmeniz için Kur’an’ı lütfen en iyi bildiğiniz dilde okuyun. İşte o zaman yukarıda anlattığım ve keşfedilmeyi bekleyen ilkeleri, kuralları ve sonuçları anlayabilmeniz mümkün olacaktır. İşte o zaman namazlarımız başka bir anlam kazanacak, haccımız başka bir anlama kavuşacak, orucumuz başka bir anlam bulacak ve bayramımız başka bir anlam boyutuna ulaşacaktır. Bu anlayış bizi ilke ve kural, bilim ve akıl, doğruluk ve olgunluk çağına taşıyacaktır. İşte o zaman bayramlarımız gerçekten mübarek/bereketli olacak ve şu tebrik sözünü içtenlikle söyleyebileceğiz: Hayır dolu nice yıllara…” (s.101).

88 yıllık hayatının 70 yılı boyunca ilme, barışa, şiddetten kaçınmaya, bireyin ve toplumun ikna yöntemiyle ıslahına, kâinat ve Kur’an âyetlerinin tefekkürüne, tarihten ders almaya ve Allah’ın tabiata ve topluma koymuş olduğu yasalara uygun davranmaya davet eden üstat Cevdet Said’in fikirlerinden daha çok istifade edebilmek duasıyla…

Kaynak:

Fethi Güngör; Muttaki Mütefekkir CEVDET SAİD”, Çıra Genç Yay., İstanbul 2019, 128 s.

, 05.05.2019.