Ne vakit bir çocuğun gözlerine baksam, tahammülü zor bir yük hâsıl olur omuzlarımda. Hepimiz gibi… Geleceğimiz adına…
Satın almam için uzatılmış bir paket mendilin ardından kalbime değen bakışlarla sarsılırım. Koyu, derin, sır yüklü bir gece gibidir o yavrucuğun gözleri. Erken yaşta, çocukluğunu yetişkinlerin çaldığı o bakışlar titretir kalbimi. Hepimiz gibi… Merhamet…
Annesinin elinden kurtulup sekerek giderken düşmüş, sarı saçları savrularak yüzünü örtmüş bir kız çocuğunu kaldırmak için tez canımla koşuversem ve ipek saçlarını çeksem ağlayan yüzünden deniz derinliğinde, ferahlığında, coşkunluğunda bir çift mavi göz ilişiverse gözlerime, “lisanı kainattan mahrum kalır mı bu güzel yüzün acaba?” der, bir tahayyül içinde kaybolurum. Hepimiz gibi… Vicdan…
Gümrah bir orman serinliği hissettiğim, sükût eden yeşil gözlere rastlamışlığım da çoktur. Yapraklar arasından sızan güneş misâli ışıltılar oynaşırken o çocuk gözlerde, ruhumun en derininde büyük fırtınalar kopar. “Attığı adımlar bu yavrucuğu ereye götürecek kim bilir?” sorusu çığlık atar içimde. Hepimiz gibi… Mesûliyet…
İşveli ve bir o kadar nazlı elâ gözlü bir kız çocuğunun söylediği şarkılar, şen gülüşler takılır kalbimin kanadına, uçuveririm masumiyetin hesaplanamaz semalarında. “Peki ya bu duygusal gözler hangi engin denizleri seyredecek, gökyüzüne bakınca neler görecek?” merakıyla hilal ve yıldızlı bir al bayrak dalgalanır gözlerimde… Hepimiz gibi… Hürriyet…
Bir çocuk bakışı söyler bana eylediğimin ne olması, söylediğimin neyi harekete geçirmesi gerektiğini.
Bir çocuk gülüşü, (ah, bir de çay kaşığının cam bardak içinde raks edişi) hayat demektir benim için.
Yaşamak, yaşıyorken yaşanılan her bir şeyi anlamak, gayretten kesilmeden yol almak gerektiğini fısıldar kulağıma çocuklar… Hepimiz gibi… Fersaset…
En çok da ağlayan bir çocuğun gözlerinden süzülen yaşlar sigaya çeker aklımı. Tüm yoksulluğuna rağmen, renkleri yitmiş giysilerinin, çıplak ayaklarının ayırdına varmadan alabildiğince gülümseyen zor coğrafyaların, ölümün, açlığın kol gezdiği diyarların çocukları eğitir ruhumu. Yutkunduğum çoktur. Çoktur ellerimi yüzüme kapatıp çaresiz bir iniltiyi derinden hissedişim. Hepimiz gibi… Basiret…
Masûmiyet mektebi kabul ettiğim her bir çocuk haberdar eder beni günahlarımdan. Sürükleniveririm arınmam gereken tövbe kapılarına…
Yitirilmiş servetlerin külfetiyle bükülür boynum. Başım bilir ve eğilir; çünkü “masumiyet bir kere kaybedilen ve bir daha eskisi gibi ikame edilemeyen görünmez bir servettir.” Büyüdükçe saf kalbimle aramda açılan mesafeler fıtri olan güzelliklerin müflisi olduğumu hatırlattıkça ağırlaşır omuzlarımdaki yük.
Ne yitip giden çocukluğuma yanar kalbim, ne yaş üstüne yaş koyuşuma, yani ki yaşlanışıma, ne de akıp giden zamana…
Evvelden beridir bilineni, tecrübe edileni, gördükçe göçüp gidenleri boş yere kavgam olmaz akıştan. Beni en çok yakan ve yaralayan, beton yığınları arasında kalışımıza, her şeyin para ile satın alışımıza, duyguların bile matematiğini yapışımıza mahal tanıyan yitik masumiyetimizdir.
Bir baksanıza, katılaşan kalbimiz, restleşen aklımız, kırılganlığa teşne kalbimizle adımlarken hayatı kollarımızı kocaman açmak yerine göğsümüzde kilitler olduk.
Çocuklarımıza kendimize benzer hayatlar kurduk. Kendi yoklarımızı onların hayatında var edelim derken, maneviyatı en güzel tercüme edebilecek “masumiyeti”, maddi kazanımlarla takas ettik. Gençlerle anlaşamıyorsak eğer, ruhun dili masumiyeti yitirdiğimizdendir. Ve lisansız kalışımızdandır.
Uzun bu bahis…
Ah keşke yeniden çocuk olabilsem, “Para saysam Affan Dede’ye, satsa bana çocukluğumu” ve keşke “Hiçbir şey sorulmasın benden/Haberim yok olup bitenden” diyebilsem… Kendi adıma nafile… Pişmanlığım…