Kendi içinden çağırıldığı
Nice başka günlerdeki gibi,
Daracık mağarada, o gün de
Uzak, ıssız düşüncelere dalan
Mekkeli münzevi, Kureyşli tüccar,
O ikindi üzeri ilk kez,
Ama yine kendi içinden
Geliyora benzeyen
Garip mi garip sesler işitti.
Garip, çünkü, hem insanın
Düpedüz kendi sesi kadar tanıdık,
Kendi içinin sesi kadar,
En içteki kendinin, – En içte
Kendiliğin çözülen dili gibi
Yakın, sıcak, güvenli,
Hem de kaosun sesi gibi uzak,
Yeni ve sarsıcı…
Hurma ağacının içinden,
Kumları savurarak geçen
Uzak, uzak ve serin,
Serin, ama yumuşak, okşayıcı,
İnsanı, bir yol arkadaşı gibi
Kolundan tutup çeken,
Kendi içinden çekip alan
Bir sahra rüzgârı sanki.
Boğuk, hüzünlü bir ses,
Boğuk, hüzünlü ve aslında
Susmayı konuşmaya yeğleyen,
Susması konuşmaktan daha çok
Konuşmaya benzeyen…
Çölü, dağı, mağarayı,
Yolları, hanları, kervanları,
Panayır uğultusunu,
Şehirlerin şimdiye ve buraya,
Denizlerin uzağa ve geleceğe
Ulaşan çağıltısını
Ve meydan okuyuşlarını
Boğuşan zamanların
Ve ahlarını, avazelerini
Vurulup düşenlerin,
Ve Tanrı’nın işlerini
Ve insanın işlerini,
İnsanın ve yazgının didişmelerini,
İnsanı, yazgıyı, varlığı, hiçliği,
– Her şeyi, her şeyi isteyen,
Bunaltan ve yoğaltan hiçliği –
Bunların hepsini, evet, hepsini
Toplayıp içine alan,
Kendi içine, daha içine, en içine
Ve ruhun diplerine, derinlerine
Çekip götüren o ses,
“Oku!” diyordu ona,
“Yaratan rabbinin adıyla oku!
Oku, içine yazılmış olanları,
Oku, balçığa üflenmiş olanları!
Oku dağı, taşı, bulutu,
Yakını ve uzağı,
Yaşadıklarını, düşündüklerini
Ve düşte gördüklerini…”
20 Nisan2015