Yitip gitmelerden mülhem bir soluk alıştır yaşamak…

Hayatlarımızı memattan ayıran, ancak alınıp verildiğinde yitip giden ve asla geri tahsil edilemeyen nefeslerimiz gibi…

Bir yitiriş seyriyle koşuyoruz umutlara, hedeflere, yarınlara…

Var oluşumuzun çetrefilli serüveni bu.

Belirlediğimiz hedeflere gün sayarken bir an evvel geçip gitmesini uman da biziz. Gelip geçen günün ardından, zaman zaman “Oh bugünü de atlattık.” Sevincini kuşanan da…

Anlık rahatlıklara, kaç nefesimizi heba ettiğimizin, kaç dakikayı kurban verdiğimizin hesabı tutulmaz oldu gayrı…

Kıymet bilmez ahvalimiz, yitirmelere teşne.

Anın içinde andan uzakta kaldık kalalı vefayı, farkındalığı, kıymet bilirliliği infaz ettiğimizin ayırdına da varamaz olduk.

Kalbimizde kaç darağacı kuruluyor her gün?

Kaç değer, kaç erdem, kaç kıymet ayakları yerden kesilmiş sallanıyor ruhumuzda?

Bitirmenin, bitince şükretmenin hevesine ne vakit bu kadar müptela olduk?

Kim çaldı içimizden ‘an’ın idrakinde saklı reçeteye meftun oluşlarımızı?

Nasıl rehin verdik an içinde an ile hemhal olmanın yaşamak olduğu gerçeğini, zandan, telaştan mülhem koşuşturmalara?

Soru işaretlerinin çengelinden rahatsız bir akışa hayat diyeli beri, içinde bulunduğumuz zamanları, beklentilerle nasıl takas eder olduk?

Özlediğimiz sevdiklerimizi, ulaşmayı dilediğimiz hedefleri, gezmek istediğimiz şehirleri, görmek istediğimiz yüzleri, umduğumuz güzel günleri, “Bitse de rutin hayatımıza bir dönsek” hayıflanmalarıyla tüketiveriyoruz.

Yaşamak zannettiğimiz sürüklenişlerimiz, hep bir bekleme, erişme, bitirme, yenisine niyet etme gafletine dönüştü dönüşeli, yitirmenin kıymetini de kaybettik epeydir.

Gelenin kadri, gidenin kıymetine galebe çalıyor. Böylelikle ne gelen hakiki değerini buluyor ne de giden… Ne insan, ne zaman…

O zaman kovalamacalarımız arasında tüketme makinesine dönmüş kalplerimizde görünmez dişliler arasında ezilip giden ne çok isim, insan, can, canan vardır kim bilir?

Kimler harcanıp gitti ömrümüzden?

Ah, bu soruyu asıl şöyle sormalı belki de; “Kimler zamansızlık dişlileri arasında çiğnedi adımızı?”

Bir kere bu soruyla sancılanmışsa ruhumuz, belli ki vardır bir sorun. Sorun olunca her cümle kuşanıp soru kisvesini arzı endam ediveriyor zihnimizde de, cevaplı cümleler düşmüyor dilimize?

İşte bakınız, bedeniz bir hayıflanma yazısı kaleme almaktayım. Bitip tükenecek bir zaman diliminin içinden sitemkâr kelimelerle geçiyorum.

Mutsuzluk mu enjekte ediliyor ruhumuza? Neden an içindeki idrake meftun değiliz de serzenişlerin müptelasıyız? Ahir zamanın, maneviyat yoksunluğunun, dünyaperst hedeflerimizin tesiri midir bu hal? Tesir dedimse, ne kendimi ne de zamanı su gibi içenleri temize çekip bizde tezahür eden hallerin; zamanın,  dönemin suçu olduğundan söz etmiyorum.

Sözünü ettiğim, tüketme temayülümüzün zamanı, nasıl hızla yok etme, harcama, israf etme, müstefit olmaktan çok, bir sonrakine yetişme arzusuna dönüşmüş olduğu… Kendi ellerimizle, ördüğümüz bir ağın müdavimleriyiz aslında…

“Yitip gitsin, an, zaman, can, canan da varsın hasret düşsün bahtımıza” der gibi yaşamaktan imtina etmek gerek.

Sermayemiz olan zamanın, İlahi armağanların, yanı başımızdaki varlıkların, hatta kendi ruhumuzun, kalbimizin, bedenimizin kadrini, kıymetini hissederek yaşamak nasibimiz olsun diliyorum.

Zamanı kovalamayı bırakıp, zaman bizi kovalasın istiyorum.  Ki, kimsesiz, sohbetsiz, sevinçsiz, idraksiz, duasız, kalmayalım. “An” içindeki anlam ile zenginleşmekten nasiplenmeye talip olalım.

Yüzümüzde bir kocaman gülüş, kalbimizde şükrün mayası bir sevinçle yaşayalım.

Gelecek bize meçhul unutmayalım!