1990lı yıllarda Fransa’da Paris’in banliyölerindeki genç bir akrabamızı görmeye gittik.
İki odalı neredeyse döküntü bir evde kalıyordu. Beraberinde üç Türk arkadaşı daha vardı.
Evdeki 37 ekran televizyon lüks sayılabilecek tek eşyalarıydı.
Fransa’ya kaçak yollarla çalışmaya giden binlerce Türk işçiden biriydi akrabamız.
Sabah gün doğmadan yola düşüyorlar, çalıştıkları inşaattan dışarı çıkmıyor, akşam da hava kararınca eve dönüyorlardı.
Yıllarca bu şekilde çalışıp memlekete para gönderdiğini biliyorum.
Bugün bile kaçak yollarla Fransa’ya giden Türklerin arasında memleketteki eşini, çocuklarını belki 10 yıl 15 yıl hiç görmeden çalışanlar var. Türkiye’nin en az nüfusa sahip şehirlerinden Çankırı’da kime sorsanız mutlaka bir yakınlarının yurt dışına gittiğini görürsünüz.
Geçen yaz memlekette yaylada dolaşırken Afganistanlı bir çobana denk geldik.
Türkiye’ye üç dört yıl önce gelmiş. 2000 TL maaş alıyormuş.
Önündeki büyük baş sürüsünü akşama kadar güdüyor, bir odalık barınakta kalıyormuş.
Parasının üçte ikisini ailesine gönderdiğini, Kabil’de yaşayan yaşlı anne babasına ve özürlü kardeşine bakabilmek için Türkiye’ye gelmekten başka çaresi olmadığını anlatmıştı. “Aileni özlemiyor musun, zor olmuyor mu” diye sorduğumda gözleri dolmuştu. Doğu Beyazıt’ta görüştüğüm Türkiye’ye kaçak yollardan giren Afganlılar da ailelerinin karnını doyurabilmek için geldiklerini söylemişlerdi.
Türkiye, 30 yıldır süren terör belasını artık topraklarımız içinde değil, kaynağında kurutma kararı aldıktan sonra şükürler olsun ki saldırılar önemli oranda azaldı.
Terör örgütüne katılım bitti. Irak’ta ve Suriye’deki Türkiye’den katılan terör örgütü mensubu sayısı artık yüzlü rakamlardan ibaret.
Suriye’nin kuzeyindeki terör koridoru hayalleri de suya düşürüldü.
İstanbul’un göbeği Beşiktaş’ta, Vezneciler’de bir saldırıda 30-40 evladımızı şehit eden terör örgütlerinin -özellikle 15 Temmuz sonrasında FETÖ’nün polis ve asker içerisindeki istihbarat kadrolarının temizlenmeye başlanmasının da etkisiyle- gücü neredeyse tamamen yok edildi.
Anadolu gibi yedi düvelin gözünü diktiği muhteşem bir coğrafyada yaşamanın bedeli olarak ecdadımız Alparslan’dan bu yana bu toprakları vatan kılmak için mücadele etti ve bugün de biz bu vatanı sınırlarımızın dışında muhafaza etmeye devam ediyoruz.
Bu stratejinin bir gereği olarak bugün İdlib’deyiz.
Türkiye 10 yıldır Afrin’de, Cerablus’ta, Kamışlı’da ve diğer vilayetlerde terör örgütleri ve destekçisi Suriye rejiminin sebep olduğu göç sebebiyle 4 Milyondan fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapıyor. Kimi anne babasını, kimi kardeşini her biri bir parçasını bombalara kurban vererek ülkemize geldi.
Türkiye, Suriye’de yaşanan insanlık dramına ve evlatlarımızın şehit edilmesine seyirci kalan Avrupa’nın da artık bu sorunla yüzleşmesi gerektiğini kapıları açarak gösterdi.
100 binden fazla Suriyeli, Afgan, Türkmen, Özbek, Libyalı, Faslı Cezayirli Avrupa yollarına düştü.
Bizim memleketten de Afgan, Iraklı ve Suriyelilerin sınıra gitmek için bindiği otobüsün fotoğrafı düştü önüme. Memleketin okumuş yazmış insanlarından biri olduğunu zannettiğim bir kişi fotoğrafı bir kültür sanat platformunda “Cehennemin dibine gitsinler” notuyla paylaşmıştı.
O not ve fotoğraf Paris’teki akrabamızın yaşadığı evi getirdi gözümün önüne…
Yayla’daki Afganistanlı çoban geldi aklıma.
Hangi insan sadece keyfi için doğup büyüdüğü evini barkını, annesini babasını, çoluk çocuğunu ülkesini bırakıp dilini bilmediği, üç beş kendini bilmezin küfrettiği bir ülkeye gelir?
Herkes kapısının önünden sorumlu olduğu için ben Çankırı’yı yazdım.
Çankırı’yı ve Çankırıları temsil etmeseler de o fotoğrafın altına ağza alınmayacak laflar eden hemşehrilerimi yazdım. Ancak vicdanını, merhametini, insanlığını kaybetmiş herkese lafım.
Kaledeki kabrinden olup biteni seyreden Çankırı Fatihi Emir Karatekin ve şehid askerleri, ‘merhametsizlik yurdu olsun’ diye mi Çankırı’yı, Anadolu’yu bize vatan kıldılar?
Kalbimizi avucumuzun içine alıp bir kez daha düşünmek gerekmiyor mu gerçekten?
Biz bu muyuz?