Bir göz alımı düştük dünyaya…

Şefkat meleği sardı sarmaladı önce bütün bedenimizi ve ardından benliğimizi…

Günahsızdık ve dünyanın kader mi yoksa keder mi olduğunu dahi bilmiyorduk daha…

Bir tek sevincimiz vardı, o da; onun kokusunu duyabilmek, kucağının sıcağında kurulu isimsiz ve doyumsuz mevsimlerin kozasından hayatın ne olduğunu bilmeden ona gülümsemek.

O ise her şeyimize yetişendi.

Ağlasak, gözyaşlarımız daha yere düşmeden onları göğsündeki merhamet pınarına katandı.

Gülsek, sevincimiz daha göğermeden yüzündeki gülden gülümseyişlere cennet yapandı.

Öksürse yavrucağı, ciğerini inceden bir titreme alırdı.

Can parçası uğurunda aç, uykusuz, susuz kalsa veya gecesi yıkılıp gündüzü yansa umurunda olmazdı onun…

Dil öğretti bize… İlkin belki “baba” belki “anne” diye konuşmaya başladık. Fakat sonra ne zaman içimiz burkulsa ya da ayağımız takılıp düşsek “Anne!” diye haykırdık hepimiz.

O ise bize doğru koşarken yüksünmedi, yorulmadı ve duraksamadı hiç…

Sebepler sükût etse ve biz ne zaman darda hissetsek kendimizi onun duaları vardı hep yanı başımızda. Karanlıklarımızı aydınlığa çeken de o dualardı. Öyle ki her kapıyı açardı yürek diliyle…

Onun şefkat kollarından düştük hayata…

Kirlenmişti dünya ve iyiyi kötüyü ayırt etmek zordu şu zamanda…

İlk o öğretti bize dünyanın debdebesiyle nasıl başa çıkacağımızı.

Bütün hatalarımızı temize çekti ve yanlışlarımızı terbiye ederek geleceğimizi doğrunun limanına demirledi.

Okyanusta rotasını kaybeden gemiler gibi istikametsiz, çaresiz, kimsesiz kaldığımız ya da ne yapacağımızı ve ne yana gideceğimizi bilemediğimiz en zifir gecelerimizin deniz feneri oldu sonra…

Yaradan’ın bahşettiği canı tek bilmiştik hepimiz. Fakat o karşılıksız fedakârlığın adıydı. Kendi canını bizim için feda etmeye hazırdı ve etmişti zaten… Kendisi yoktu sanki bu dünyada… Beklentileri, hayalleri, sevinçleri, derdi, tasası ve her şeyi biz olmuştuk zira…

Çocukken tertemiz ütülediği önlük ve yakalıkları giydirip okulun kapısına kadar elinden tutarak götürdüğü biricik can parçasını, büyüdükten sonra her evden çıktığında sokağın başını dönünceye kadar pencereden gözlerdi.

Sokağın başına kadar bakışlarıyla, sonrasında ise dualarıyla korurdu bizi…

Bir esenlik bildirisiydi o bakışlar…

Ölüm ne zaman aklına düşse ayrılık kavururdu içini…

Şimdi düşünün bir kereliğine…

Kaybetmeden önce kıymetini bilmek veya kaybettiyseniz eğer hatırlayıp minnet ve dualarla anmak için…

Ellerinin şefkat pınarından kana kana içtiğiniz iyilik meleğiniz sizi terk ediyor.

Yok… Yok… Terk ediyor demeyelim… Hak vaki olduğu için yani ecel bir şekilde kapıyı çaldığı için dünyasını değiştiriyor.

Musalla taşında duran tabutta, bir ömür sizi telli duvaklı bir gelinlik veyahut damatlıklar içinde yuva kurarken yaşayacağınız mürüvvetinizi görmek isteyen iyilik meleğiniz yatıyor.

O gün hayatınızın bütün renkleri siyaha dönüyor. Ağzınızdan çıkan her harf, her kelime ızdırap oluyor.

Aynalara küsüyor yüzünüz ve soluyor bütün hevesleriniz.

O cennetlere kanat çırparken “Beni de al yanına” diyorsunuz ama nafile…

Hayattayken onu her kırdığınız veya üzdüğünüz an boğazınıza düğümlenecek artık.

Pişmanlıklarınız acı çektirmekten öteye geçemeyecek.

Ona yetişmesi gereken sizsiniz artık… “Saliha” ve “Salih” evlat olarak ecir kapısından göndereceğiniz hediyeleriniz ulaşacak ona sadece…

Sesi, yüzü ve şefkati hatıralarınızda kalacak. Hayatın tespih taneleri gibi sıralı dertlerine devayı kendiniz bulacaksınız.

Ağlamayacaksınız…

Ninnilerinizi çocuklarınıza saklayacaksınız…

Nazlanmadan mücadele edeceksiniz hayatla…

Ellerinizi semaya açarken onu asla unutmayacaksınız.

Ve her şeye siz yetişeceksiniz artık.

Çünkü asıl annesini kaybedince yetişkin olur insan…