Bizim kuşak yetmişlere yetişemedi ama doksanlarda “adil düzen” delikanlısıydık.
Heyecanımızdan inançlı babalarımız bile gözlerini kaçırıyordu. 28 Şubat ve 15 Temmuz, bu kaygının ne demek olduğunu daha iyi öğretti bize.
O günlerde ikili denetim sistemi işlemekteydi. İçerıdeki hava, darbeleri yaşamış önceki kuşağın temkiniydi. Babalarımız, söylediklerimize hak veriyor ama “sizi iktidara getirmezler” diyordu.
Dışarıda da iktidarı paylaşmak istemeyen egemenler, “siz bu düzenin dışında kalmalısınız” diyorlardı. Bu toprakların filizini hoyratça çiğnemeye yeminli bir kolektif hep hissedilirdi.
Tek argüman, çağın dışında tutmaya çalışmaktı. Bu düzeneği de dindarlık üzerinden işletiyorlardı. Ortaya aldıkları “hoca” figürü üzerinden top çevirmekti bütün oyun.
Sinemada, tiyatroda, şiirde ve mahallede “hoca” algısı çoktandır dezavantajlı hale gelmişti çünkü. Çağdaş medeniyet seviyesi için tozu dumana katmış giden bir topumun önüne bu “hoca” da nereden çıkmıştı.
Milli görüş hareketine en temel saldırı biçimi mizah ve alay üzerinden yapıldı. Hoca, o yıllara baktığınızda Türkiye’nin aydınlık yüzüydü: Avrupa doktoralı ve İTÜ cübbeli makine profesörü. İstenen ise halk onu “molla” bilsin, “imam” sansındı.
Hoca bir ömür, sömürü düzeninden ve emperyalizmden başka bir şey anlatmadı. Bu köle düzeninden kurtulmak için de sanayi ve kalkınma hamlelerini öneriyordu.
96’da Kayseri’nin Refah Partili Belediye Başkanı, insanları köle gibi gören, çağ dışı bu düzen mutlaka değişmelidir, diyordu.
Diyordu da o günlerde bu söylem, anayasayı ihlal kapsamında ağır cezaya havale ediliyordu. Milli Görüş davasına inananlar dışında, Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca gerçekten hiç anlaşılmadı. Hocayı, alternatif devlet arayışında bir hareketin lideri sıfatıyla mahkum etmek istediler.
Kapatma davaları ve darbe yöntemiyle bir siyasi partiye yapılabilecek her türden yıldırma ve yok etme operasyonları reva görüldü. Hoca hiçbir zaman fiili bir reaksiyon içinde olmadı. Hareketin iç dinamiklerinde de hiçbir zaman silahlı ya da silahsız eylem telkini yapılmadı.
Bu denli mutedil siyaset tarzına rağmen egemenler, ellerindeki en sert araçları kullandılar. Vesayete aşina bütün güç odakları her türlü fırsatı değerlendirmek üzere işbirliği içinde oldular.
Mahkemeler, muvazzaflar, güdümlü sivil toplum kuruluşları, akademi, medya ve bürokrasi top yekun harekat içinde idiler. Buna rağmen Hoca hiç sertleşmedi. Malum koalisyon, bu sertliğin yanında istihza ve mizahı da savaş aleti gibi kullanıyordu.
Şüphesiz bir deha olan Hoca, bu tuzağı çok iyi görüyordu. Köşeye sıkıştırdıkça sertleşeceğini bekleyenlerin aksine olabildiğince mutedil bir dil kullanıyor, kalabalıkları çok kez mizahla harekete geçiriyordu.
Kendi adıma ben de çok zaman neden bu mizah dilinin etkin kullanıldığını sorguluyor ve ciddiyetin bu üslupla dağıldığını düşünüyordum. Hoca zeki bir adamdı ve bir taraftan da eğlenceliydi.
Mizahı seviyordu sevmesine ama zekasıyla mizahla daha kolay hatırda kalacağını biliyordu. Çok ilginçtir ki doğası gereği ciddi bir konferansta ya da mitingde gülünesi bir söylemi, kitlelerin defalarca “Mücahit Erbakan” sloganını harekete geçiriyordu.
Siyaseten geri plana itildiği zaman da iktidar üzere olduğu dönemlerde de Hoca’nın öfkeleri ölçülüydü. Kızarken bile güler, güldürürdü. 28 Şubat’ın yirminci yılında sanırım onu anlamaya da başladık.
Herkesin hocası oldu.
“Sağlığında nice ehl-i hünerin Bir tutam tuz bile konmaz aşına Öldürürler evvel acından anı Sonra bir türbe dikerler başına”