Mübarek Ramazan ayının tesirinden midir, yoksa peş peşe aldığım vefat haberlerinden midir bilmiyorum, zihin sıçraması yaşadığım demlerdeyim.
Nereye baksam, neyi görsem, ne duysam, hayat ile memat arasında med-cezir yaşıyor kalbim.
Mesela, dün gece, zihnimi dinlendirmek için başımı pencereme yaslayıp bomboş gözlerle bakıyordum ki, gecenin karanlığında yağmur altında ıslanan dut ağacından bir dutun toprağa düştüğünü görünce içimin sarsıldığını fark ettim. Koşar adım çıktım bahçeye. Varıp dut ağacının altına, düşen dutu aldım avucuma…
Minicik keseciklerin birbirine sımsıkı tutunuşuna hayran kaldım. Her hayranlık bir hayrettir bana… Rabbimin kudretini izhar eden bir kutlu makam…
Bir avucumdaki duta baktım, bir de Müslümanları bölüp parçalayan, birbirine hasım eyleyen sebepleri düşürüverdim aklıma… Nifaka meyletmese insan varsın bildiği gibi inansın gam değil… Fakat öyle olmuyor işte, önce nifak düşüyor nefislere sonra münafıka yazılıyor insanın adı da, ihaneti kendine hak biliyor. Dünyayı acıya boğarken kendini kahraman zannediyor!
Hâlbuki avucumdaki bu minik meyvenin söylediği ne çok şey var âdemoğluna… Sadece bu dut değil, her bir şey lisanı halleriyle birliktelikten söz ediyor. Yan yana, durup kavi bir bağ kurunca, ifademiz, faidemiz artıyor. Varlığımız, varlıklara şifa oluyor…
***
Bir kaç gün önce de kıymetli yazar ve gazeteci, güzel insan Akif Emre’nin vefat haberi ile bencil bir elemin tadını hissetmiştim damağımda… Zencefile benziyordu, acımtırak ve tarifsiz…
Her vefat haberinde olduğu gibi rutin bir kabul ile “Ellezine iza esabethum, musibetun kalu , ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun!’/Onlar o kimselerdir ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman (teslimiyet göstererek); Biz Allah’ın kullarıyız ve biz ona döneceğiz derler.”* Ayeti düşüvermişti dilime.
Sonra tuhaf bir şey oldu… Zihnim o bencil ahvaliyle, ölümün musibet mi, isabet mi olduğunu sordu kalbime. Kalbim titredi… Hâlbuki gözüm yoktu yaşamak denilen hengâmede… Ancak, öte yandan mahzun olmayı dilemiyordu canım sonsuzluk âleminde…
Buranın değil oranın, dünyanın değil ukbanın derdine düştüğümü fark edince hayata tutunma isteğiyle kuşandığımı hissettim. Ardından ise günbegün sevgisizleşen, hoyratlaşan dünyanın yorgunluğu ile memata meylettiğimi fehmettim.
Titreyen kalbimdi ama iki ara bir derede kalan ruhumdu… Kifayetsiz idrakimle ruhum ölümü okuyordu. Ölüm bana meçhul, göçüp gidenlere malumdu. Ben kendi meçhulüm içinde çırpınırken, bu maluma erişen merhum Akif Emre’ye Rabbimden rahmet, ailesinin ve dostlarının kalbine kuvvet ve hayırlı ömür diliyorum.
Önceki gece ise Yeni Akit Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kadir Demirel’in damadı tarafından öldürüldüğü haberini alınca, “Küllü nefsin zaikatül mevt!/ Her nefis ölümü tadacaktır!”** ayeti düşüverdi dilime… Nefsimin de, bana meçhul Rabbime malum bir demde ölümü tadacağını bile bile… Rabbim rahmeti ile ağırlasın! Bu ölüm bir garip menkıbe… Rabbim sabırlarını kavi eylesin!
Daldan düşen bir minicik dut, bu iki vefat haberi ile med-cezir yaşayan zihnim çok önceleri yazılmış şu bir kaç dizeyi hatırlıyor şimdi:
Gözlerim lal, dilim kör
Ey ankebut, benim için gökyüzüne bir ağ ör
Yıldızları kundaklayıp beleyim
İp incecik hamağından arza ninni serpeyim…
Ömrümüzü, akıbetimizi hayr eyle Rabbim!