“Adam, üzerine yıkılan suçtan dolayı mahkemeye düşmüş. Mahkeme öyle bir safhaya gelmiş ki adama ya beraat ya idam verilecekmiş. Hâkim, iki kâğıt alıp birine idam, birine beraat yazacağını ve çektiği kâğıtta ne yazıyor ise o kararın uygulanacağını söylemiş. Zaten suçsuz olan adam, bu suçun kendisinin üzerine yıkılması işinde hâkimin de olduğundan şüphelenmiş. Eğer hâkim de işin içindeyse iki kâğıtta da “idam” yazacağını biliyormuş.

Hakikaten de adam şüphelerinde haklıymış. Hâkimin ikisine de “idam” yazdığı, iki kâğıt rastgele karıştırılıp adamın önüne sunulmuş. Adam kâğıtlardan birini alıp ağzına atmış, hemen çiğnemeye başlamış. Çiğnerken de demiş ki: “Seçtiğim kâğıt budur!”. Adama kızacak olmuşlar ama adam, şöyle demiş: “Eğer yediğim kâğıt idam ise diğer kâğıtta beraat yazacaktır, yediğim kâğıt beraat ise diğerinde idam yazacaktır!”

İki kâğıtta da idam yazdığından, adam salıverilmek zorunda kalmış.”

Bu hikâyeyi yazıya konu etmemin sebebi, son yıllarda İstanbul’un fethinin yıl dönümü geldiğinde bazı kesimler tarafından ülkemize, tarihimize, değerlerimize ve atalarımıza yönelik akıl almaz karalamalar, iftiralar, saldırılar…

Geçmişte züht hayatına yaptığı vurgu, Hak’tan ve hakikatten yana olan duruşuyla Müslümanlar’ın takdirini toplamış olan eli, beli, dili açık ancak gönlü, aklı, şuuru kapalı Rabbimin ihsanından nasiplenememiş kişi şöyle demişti: “Yunan İzmir’e, İngiliz İstanbul’a; Rus Kars’a, Fransız Maraş’a girince işgal; Türk İstanbul’a girince ‘fetih’ oluyor öyle mi? 52 gün top ateşi yağdırılan, üç gün boyunca yağma, talan, tecavüz serbest olan bir olay nasıl ‘fetih’ oluyor?”

Şimdi de yönettiği üç beş dandik filmle kendini nimetten sayan, büyük bir iş başardığını, büyük adam olduğunu sanan; ismiyle hiç de müsemma olmayan kişi de çağ kapayıp çağ açmış bir sultanı ve fethini küçümseyerek şöyle saçmalamış: “İki dandik takayı Haliç’in uysal sularından geçirip topu topu Avcılar kadar bir üvey kasabayı gasp etmeyi fetih diye kutlayan aptal; elbette bilmezsin; senin Ecdad-ı Osman’ın yalvararak Haçlı’ya teslim ettiği İstanbul’u, Mustafa Kemal’in ölümüne kavgasıyla kurtardığını ve elbette bilemezsin, sana hayatın estetiğini yaşamayı önerdiğini.”

İşte bunlar, “Zulüm 1453’te başladı.” diyen bahtsızlar, içimizdeki gâvurlar, Bizans’tan geriye kalanlar… Ülkemizi, milletimizi tarihinden başlayarak sanık sandalyesine oturtmuşlar; geriye bir punduna getirip ipini çekmek kalmış. Mahkeme ayarlanmış, roller dağıtılmış, oyun kurgulanmış… Süreç de öyle bir safhaya gelmiş ki!.. Ya idam edileceğiz ya da her durumda ölüme götürecek bir tercihi bize sunanlara öyle bir oyun oynayacağız ki hem biz kurtulacağız hem önüne geçilmesi mümkün olmayan yürüyüşü nihayete erdirecek ve tekrar âleme nizam vereceğiz.

Bu oyun ne mi? Ayasofya’yı esaretten kurtaracak cesareti ortaya koymak… Bugün yoksa o cesaret, bitmez bu esaret… Bu şartlarda geçerli değil artık hiçbir mazeret!..

En geç seneye Ayasofya’da teravih namazı kılarak İstanbul’un Fethi’ni kutlama zamanı geldi mi dediniz? Haydi inşallah!..