Yaşımız kadar değildir yıllar, yaşadığımız kadardır. Mevsimlerin bize söylediği çok şey vardır. Ya da biz mevsimlere çok şey söyler, sesimizi dinlerken mevsimlerin aynasında kendimizi seyrederiz.
Bir mevsim diğerlerinden daha çok yakışır bize. Kendimizi o mevsimde temize çekeriz.
Kendimizle halleşir, kendi menkıbemizi, birikimlerimizi, eksikliklerimizi, ifradımızı, tefridimizi tespit ederiz.
İşte yine bir eylüldeyiz.
Şimdi soruyorum size; ömrünüzün kaçıncı eylülündesiniz?
Eylül… Ölüm öncesi önsöz.
Farkındalık manifestosu.
Hesaplaşma ve idrak tedrisatını ruhlarımıza hatırlatan zaman. Diğer mevsimlerden, aylardan daha fazla tesiri hissedilen…
Eylül… Baharın söylediklerini temize çekip hayat ile ölüm arasında insan ruhunu çalkalayan mevsimin eşiği…
Kendimle buluşma randevularımı ben de hep bu aya ertelerim. Şımarık yaz akşamları, şehrin janjanlı sokakları, güneşin sıcak elleri, buzlu içeceklerin eşliğinde fikretmek, kendimi sigaya çekmek zor gelir bana.
Ellerim üşüsün, içeceğim sıcak olsun, renkler biraz solsun dilerim. O zaman içimin dehlizlerine girebilirim.
Daha iyi okuyabilirim kendimi, yüzleri, satırları, şiirleri. Üstelik dağılmadan, caymadan, güneşin kışkırtıcı cilvelerine aldanmadan “İkra! BismiRabbikelleziHalak!” der iştiyakla okurum.
Hep eylüle tekabül eder, dışımdaki teamülleri, içimdeki tahammüllerimi kontrol etmek.
Tahammülün sabretmek olmadığını (!) öğrendiğimden beri sabrettiğim her ne varsa bir rızaya minaen olması gerekliliğini bu ay da tembihlerim kendime.
“Sabrımı zorlayan durum ve kişilere önce, Rab rızası, Resulüllah sevdası, anne-baba rızası, dost vefası, kardeş ihlası ile gülümsemeliyim.
Sonra, evlat sevgisi, sevgili sadakati, nefis terbiyesi, ibadet huzuru, dava şuuru ile bu hayatın sonu meçhul yollarında yürümeliyim. Yoksa hayatımın amentüsünü yitirebilirim!” derim tembihlerimde.
Tahammül… Hamele kökünden mülhem.
Bir kadının hamile hali. Bir bebeği 9 ay 10 gün karnında annelik şefkatiyle taşımak. Bu süreden fazlası eziyet, ölüm…
Şefkati söküp alın taşıyıcıdan, anne, bebeğine “yavrum” diyebilir mi?
Bebeğin varlığı yüke dönüşmez mi?
Dönüşür elbet!
İşte, halk edene, şefkat hissini verene hamd ile zihnimizde, kalbimizde, karnımızda, şuurumuzda, huzurumuzda taşıdığımız her bir şey yük olmaktan çıkar ve ibadete tekabül eder.
Hamilesi oluruz çok zaman inançlarımızın, sevdalarımızın, sevdiklerimizin.
Şefkatle, mihnetle, vefayla taşır, kutlu ve yüce bir sancıyla doğumu bekleriz.
Ademoğluna yüklenmiş halifeliğin şuuruyla “emr-i bil mağruf, nehy-i anilmünker” farziyetine muti olmanın mesuliyetini biliriz.
Böyle sancılanır, böyle üretiriz. Asıl milat ukbadır inanır ve biliriz!
“Süre uzasın ne gam” der, taşımaya devam ederiz. Böylesi hamallıklarımız zul değil, zulüm değil muhakkak ulvidir.
İnsan olmanın gereği, ecrin beşiğidir!
Kutsal olana teveccühümüzün bir çeşididir.
Süfli heveslerden ibaret olan her bir şeyi yük telakki eder, tez terk ederiz.
Çünkü ölüm bir nefes uzağımızda, yahut yılların tuzağında, biliriz.
Çok yaşamanın değil, “yeniden dirilişi” tahayyül ederek yaşamanın uzunluğunu hep Eylül’de hissederiz.
Öyleyse bu Eylül’de, tefekkürlerimiz, kendimiz ile hasbihallerimiz, dualarımız, aminlerimiz, ibadet hükmüne geçsin ve makbul olsun inşallah!