Seni aldattığım şehirlerin sayısını çoktan unuttum.

Senden alamadığım, bulamadığım sevgiyi ve aşkı başka şehirlerin koynunda aradım.

Ne ki, seni sevemeyen, sevmesini beceremeyen başka şehirleri nasıl sevsin?

Gittim işte…

Belki de bıçak sırtı yaşamaktan bıkıp usandığım için gittim.

Bazen de güneş burada kapalıysa başka yerlerde mutlaka açıktır diyerek gittim.

Fakat senden uzak olma ıstırabı peşimi bırakmadı.

Gittiğim her şehre, sensizlik tarif edilemez bir sızı olarak peşimden geldi.

Kaçamadım senden.

Senden uzaktayken seni daha fazla özledim.

Gittim işte, bir gün, ağır yaralı, savaştan dönmüş bir asker gibi sana döneceğimi bile bile gittim.

Hiç ama hiç gitmek istemedim, ayrılmak istemedim senden.

Hiç ama hiç dönmek, gelmek istemedim sana.

Döndüm işte, yüreğimde bir muska gibi taşıdığım o ezginin ritmiyle;

“Yağmurlar içinden ıslandım geldim. Bir kuru değneğe yaslandım geldim. Sıcacık çorbana muhtacım inan, ölümlerden geçtim, uslandım geldim.”

Geldiğimde sen uyuyordun.

Karlar yağıyordu üzerine.

Tren sesleri geliyordu uzak ıssızlarından.

Bir köpek burnundan sıcak nefesler çıkararak geçip gidiyordu yanımdan.

Ağır yaralı bilinçaltıma yerleşmiş siren seslerin, tren seslerine karışıp gidiyordu.

Ben sana geliyordum, karşılıksız bir aşkın utancını yaşayan çocuklar gibi.

Gittiğim her şehirde seni yaşadım: Eskişehir’in birbirinin aynı caddelerinde kaybolduğumda sen vardın aklımda.

Mimar Cevat Ülger’in Camiine bakarken Büyük Camini özlüyordum.

İstanbul’un gecekondu mahallelerinde, kömür karası havayı çekerken ciğerlerime bir Kısa Samsun öksürüğü ile boğuluyordum.

Çeliktepe’nin yokuşlarını tırmanırken birazdan Mecidiyeköy yerine senin suretin çıkacak diye sabırsızlanıyordum.

Ya da Kütahya’nın kalesinden seyrettiğim sendin, başkası değil.

Ya da Trabzon’un dar ve yorgun ara sokaklarında gezinirken, sen vardın içimde, ruhumda; bir o kadar yaşlı bir o kadar ümitsiz ve mütevekkil.

Ya da Ordu’nun soğuk kış günlerinde sahilinde attığım voltaların hemen yanı başında da sen vardın.

Sen hep varsın bende. Senden ancak ölünce kurtulacağımı anladım artık.

Ankara’nın bir türlü alışamadığım otoriter ukalalığından da senin merhametsiz kucağına sığındım ben.

Sen benim karşılıksız sevgilimdin ve hep öyle kalacaksın.

Hiç beni sevmedin, sevemedin nedense.

Konya’dan bile sana geldim ben, çıkarken gitme der gibiydi Mevlana…

Sen de bana böyle seslenseydin, çağırsaydın gitmezdim o vakit.

Bilir misin, şimdi kim bilir kaç evladın gurbetin soğuk, bekâr odalarında senin hasretinle kavruluyor?

Uykusuz gecelerinde seni düşünerek bir sağa, bir sola dönüp duruyor, uyuyamıyor.

Sen bize sahip çıkmadın.

Geleceğimizi ve hayallerimizi başka şehirlerde bitirerek, yitirerek, harcayarak döndük sana.

Artık kovsan da, istemesen de gitmiyor, gidemiyoruz.

Ölüm yaklaştığında mezarlığa doğru yola çıkan filler gibi burada senin toprağına gömülmeyi bekliyoruz.

Seni sevmekten yorulmuş bedenimizi koynunda dinlendireceğiz.

Ve yağmur her seferinde senin vefasızlığına yağacak…