Gayet sade bir ilkedir: İnsan eserine ait değil, eseri insana aittir. Devlet de milletin eseridir ve milletin malıdır. Gelin görün ki, bu temel ilke, Türkiye Cumhuriyeti söz konusu olduğunda tersine işler: “Millet devletin malıdır.” Cumhuriyet’in darbeci iradesinin anlayışı bu.
İlk meclise yapılan darbenin ardından, milleti devletin aklına göre yontma ameliyesi başlatılır. Devrimler yapılır; millete sorulmaz. Camiler ahıra dönüştürülür milletin imanı yok sayılır. Ezanlar susturulur, yerine gürültü konulur; milletin itirazı topla tüfekle yok edilir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiği söylenen darbeci irade, değil kadınlara erkeklere bile seçme hakkı tanımaz ki. Cumhuriyet dediğimiz o ‘şey’ 27 yıl boyunca tek partiyle yönetilmiştir.
1950’nin 14 Mayıs’ında millet devletini geri aldı darbeci iradeden. Cumhuriyet ilk defa cumhurunu dikkate aldı. Boş isim olmaktan, sahici Cumhuriyete terfi etti. Cumhurun tercihiyle Adnan Menderes Başbakan oldu. Bir süre milletin dedikleri oldu, itirazları ciddiye alındı. Ezan geri döndü. Ne var ki, cumhursuz cumhuriyet 27 Mayıs darbesi, Menderes’in şahsında milletin iradesini idam etti. Bu darbeyi ilk cümlelerinde ‘tek parti’ özlemlerini açığa vuran cuntacıların 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri izledi. Hepsinin amacı “tek parti” devrine dönmekti; Onuncu Yıl marşı söylemelerinden belli.
Her darbede millete devletin kendi malı değil, milletin devletin malı olduğu hatırlatıldı. Dipçik zoruyla, tank gücüyle, üniforma maharetiyle, millete haddi bildirildi. 1960’da darbe zoruyla yazılmış anayasaya kazındı o darbeci ilke: “Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddeler” ihdas edildi. Yani devlet, milletin değiştirme isteğini bile dikkate almaz kabalığa ve katılığa büründü. Millete rağmen var olan devlet tarifinin altı çizildi: “Millet ne derse desin, her zaman devletin dediği olur!”du.
Hani egemenlik kayıtsız şartsız milletindi! Olur mu hiç? Darbeci iradenin ilkesi “Egemenlik kayıtsız şartsız devletindir”dir. Devleti de sadece darbeciler değiştirir. Millet iradesi devlet iradesiyle çatışacak gibi olursa da, silah zoru devreye girer. Millete balans ayarı çekilir. Vatandaş hizaya getirilir. Özetle, devlet milleti yeniden teslim alır.
Bu teslim almanın küçük detaylarını korkuyla benimsetmişlerdir de bize. Anaokulundan başlayarak, büst önlerinde “hazır ol!”a çekildiğimiz sabilikten başlayarak bilinçaltına işleyen bir terbiye almışızdır. Zihnimizi de teslim almıştır darbeci irade:
Misal.
Can parçan, evladın şehit olmuştur. Evladının cenazesine devlet hemen el koyar. İç karartıcı bir cenaze marşıyla kaldırılır evladının, eşinin, babanın tabutu. Ne duası vardır devletin ne Fatiha’sı ne tekbiri. Cenazeni Batılı Kraliyet ailelerinin geleneğince top arabası dedikleri bir ucubede adeta sürükler devlet, inanmışların omuzlarına vermez.
Misal.
Konu Peygamberimizdir, Kur’ân’dır. Köylüsü, esnafı, çiftçisi, öğretmeni tatlı bir heyecanla toplanmıştır. Söyleşiye Kur’ân tilavetiyle başlanacağı duyurulur. Ama o da ne, toplantının ilk saniyelerinde o tuhaf ‘tiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii” sesi duyulur. Herkes kıblesiz, Kâbe’siz, duasız, ahiretsiz, niyetsiz, abdestsiz bir tür kıyama çağrılır. Bir de ‘saygı duruşu’ derler adına, saygıya da saygısızlık ederler. Birden çirkin bir pagan tapınmanın içinde bulursunuz kendinizi. Toplantınız da gündeminiz de devlet tarafından teslim alınır. Sonra çıkar sunucu, yalan konuştuğunu bile bile, “Sözlerin en güzeli Kur’ân-ı Kerim’le başlıyoruz programımıza” der. Az önce başlama şerefini Amerikan iç savaşını zulmünden kalma, kirli ve kokuşmuş ‘tiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii’ye kaptırdığını unutmuş gibi yapar. Ya da sahici başlangıcın ‘tiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii’ olduğuna canı gönülden inandırılmışızdır da, “Besmeleyle başlamak” protokol icabıdır, iş olsun diyedir, “görsünler” hesabıncadır. Devlet milletin imanına da el koyar.
Misal.
Vatanın kurtuluş günlerinde yürekli bir adam çıkar İstiklal Marşı şiiri yazar. Hiç iddiası olmadığı halde birinci olur. Vadedilen ödülü geri çevirir. Sözleri baştan ayağa, tepeden tırnağa, hece hece milletin imanının tercümanıdır. Ama çok garip bir besteye kurban edilir İstiklal şiirinin sözleri. Güfteyi bölen, anlamı parçalayan, korkunç prozodi hatalarıyla dolu, söylemesi zor, dikine perdah, aryamsı bir tuhaf besteyi söylemeye zorlanır millet. “…larda yüzen alsancak” ve “diiiiiir o benim milletimin” gülünçlüğüne düşürülür İstiklâl şiiri. Devlet bir kez daha milletin malını teslim alır. Şimdi tir tir titreriz, İstiklal Marşı’nın bestesini değiştirmeyi gündeme getirmekten. Belki de “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerine dâhil zannederiz.
Böylesi misaller say say bitmez, ama son misali hatırlatayım.
Misal.
15 Temmuz 2016 gecesidir. Yine darbeci iradenin sözleriyle hareket eden “Yurtta Sulh Cihanda Sulh Konseyi” tanklı, tüfekli, üniformalı, F16’lı devlet gücüyle yeniden teslim almak ister milleti. Çünkü ara çok açılmıştır; yok edilmesi imkânsız bir özgül ağırlık kazanmıştır millet iradesi. Acele ederler biraz. Geceyi bekleyemezler. Ama bu defa, tankların karşısına, Genelkurmay binası önüne, TBMM’nin kapısına, köprüye, havalimanlarına koşar silahsız millet. Tam 249 şehit verir, binlerce gazisi olur da, devleti teslim alır.
“Devleti teslim alır” değil aslında doğru cümle. “Devletini teslim alır.” Devletini. Yani baştan beri kendine ait olanı geri alır. İşte şimdi o teslim almanın icabını yerine getirme vakti.
Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez anayasal darbelerin çok değiştirmiştir şehitlerimiz. Gerçek anayasanın ilk maddelerini kanlarının mürekkebiyle yazmışlardır. Var mı itirazı olan?