Şeyh Feriduddin-i Attâr’ın Mantıku’t-Tayr adlı mesnevîsindeki ana hikâye “sîmurğ” hikâyesidir. Hikâyenin özeti şöyledir:
Günün birinde, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelerek olağanüstü bir kongre tertip ederler. Padişahsız yapamayacaklarını söyleyerek bir padişah aramaya karar verirler. Aralarında “hüthüt” adlı akıllı ve zeki bir kuş vardır. Hüthüt, önce kendi bilgi ve tecrübesini aktarır. Sonra da Kaf dağının ardında “simurg” adlı bir padişahın varlığını onlara haber verir ve kendileri için ondan daha iyi bir padişah olmadığını söyler. Simurg’un meziyetlerini uzun uzadıya anlatır. Beraberce yola koyulup onu aramaya çıktıkları takdirde, kendisinin derin bilgi ve engin tecrübesiyle onlara kılavuzluk yapabileceğini belirtir. Yolun zorluklarını ve karşılaşabilecekleri sıkıntıları kendilerine bir, bir anlatır. Yola koyulurlar. Fakat hepsi menzile varmayı arzuladığı hâlde içlerinden bazısı çeşitli mazeretler ileri sürüp yolculuğu bırakır. Hüthüt her defasında kuşları ikna etmeye çalışır. Yolun uzunluğundan şikâyet edenlere yolda istek, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve fakr’u fena adlı yedi vadinin varlığını ve bu yedi vadiyi aştıktan sonra ancak Kaf dağının ardındaki padişaha ulaşabileceklerini söyler. Yol alındıkça yolcuların sayısında azalma olur. Kimi kuşlar, söz konusu vadilerde sınavı kaybedip sürüden geri kalır veya türlü nedenlerle yolda telef olur. Yaşanan sıkıntılar kuşların sayısını azaltmakta, ancak güçleri ve iradeleri yetenler yola devam edebilmektedir. Karşılaşılan birçok sıkıntı da hüthütün başarılı kılavuzluğu sayesinde atlatılmakta ve hedefe biraz daha yaklaşılmaktadır.
Nihayet, yolun sonuna gelirler. Yüz binlerce kuş olarak yola çıktıkları hâlde yolun sonuna gelindiğinde onlardan geriye sadece otuz kuş kalmıştır. Bu kuşlar Kaf dağının ardında gördükleri manzaranın güzelliği karşısında hayretler içinde kalırlar. Burası daha önce hiç görmedikleri ve hayal bile edemeyecekleri kadar büyüleyici bir yerdir. Önlerinde büyük ve görkemli bir bina vardır. Binadan bir elçi çıkıp kendileriyle konuşur. Kim olduklarını, nereden ve niçin geldiklerini sorar. Onlar simurg’u bulmak maksadıyla yola koyulan yüz binlerce kuştan geriye kalan otuz kuş olduklarını anlatırlar. Fakat kendileriyle muhatap olan elçi, onların simurgun ululuğu karşısında herhangi bir anlam ifade etmediklerini belirterek geri dönmelerini söyler. Aldıkları bu cevap karşısında kuşlar âdeta yıkılır ve kendinden geçerler. Bir müddet sonra simurg’a yakın olmanın yansıttığı nurun etkisiyle kendilerine gelirler. Simurg’un cemali aksedince onun yüzünü görürler. Fakat gördükleri karşısında şaşkınlığa düşerler. Çünkü ona baktıklarında kendilerinden başka bir şey göremezler. Kendilerine baktıklarında ise onu görürler. Görenle görülenin aynı olması kuşların aklını başından alır. Bunu anlamakta güçlük çekerler ve işin sırrını öğrenmek isterler. O sırada karşılarındaki binadan dil ve dudaktan müstağni bir ses duyarlar. Bu ses onlara karşılarındaki büyük ve görkemli yapının bir ayna görevi gördüğünü, oraya kim gelirse gelsin ancak kendi kendini görebileceğini, otuz kuş olarak geldikleri için otuz kuş gördüklerini, kırk veya elli kuş olarak gelmiş olsalardı kırk veya elli kuş göreceklerini söyler.
Günümüz insanı büyük bir koşuşturmacanın içerisinde dört nala koşuyor. Oysa bir an durup düşünmesi gerek.
Neden bu arz üzerinde varız?
Var olmamızın sebep ve hikmeti nedir?
İçimizdeki nefs, dışımızdaki şeytan bize ne söylüyor?
Ömür dediğimiz menkıbemizde yaramı açıyoruz? Yara mı sarıyoruz?
Hadi aslında hiç de uzak değiliz gerçeğe, yaratılış programımıza bulaşan virüsleri temizlemeye, böylece hem kendimizi, hem tüm dünyayı ihya etmeye.
Aslında en büyük uçuş uzak kaf dağlarına değil kendi içimize başlattığımız uçuştur. Kadim topraklarımızda bu konuda ne güzel örnekler, ne muhteşem insanlar var. Sadece dur, bak ve gör.