Ne kadar hamasi nutuklar atılsın, duyarlılık edebiyatı yapılsın nihayetinde her insan kendini kurtarmaya çalışır. “Kendini kurtarmak” lafı bu çağda pek hoş çağrışımlara sahip değil gerçi. Biz ‘hayatının hakkını vermeye çalışmak’ diyelim. Bir insan ülkesiyle, yaşadığı topraklarla, onun sorunlarıyla kendini doğrulayabilir. İnsan oluşumuzu belki de ancak bu yolla teyit edebiliriz. Bu yüzden bir şekilde bir düşünce sistemi/ideoloji kalkış noktanız olmak zorunda.

Türkiye’de ‘meseleler’ hakkında “düşünme zemini” halen oluşturulamadığından herhangi bir ideolojinin, düşünce sisteminin geleceği söz konusu olamaz. Mesela, “Amerika karşıtlığı”, solcuların da günümüz İslamcıların da ne kadar mutlu olduklarını, hiç düşünmediklerini ele veren bir ucuzluktan başka bir şey değil. “Keyfim yerinde” demenin en kestirme yolu “Amerika karşıtlığı”… Ne kadar az düşünüyorsanız bir ideolojinin temsilcisi olduğunuza o kadar çok inanıyorsunuz bu ülkede. Ne gerek var düşünmeye, “Amerika karşıtlığı” varken hiç düşünülür mü? İdeolojilerin artık sonuna kadar “konfor” vaat ettikleri bu günlerde.

Türkiye’de sorgulanması gereken iki büyük klişe var, entelektüellerce yadırganan, burun kıvrılan, küçümsenen iki durum. Birincisi “konjonktüre göre tavır almak” ki ben kısa sayılabilecek ömrümde ‘Türkiye’nin varlığını’ sorumlu insanlarının konjonktüre yani şartların getirdiği duruma göre tavır alışlarına borçlu olduğuna inanacak çok şey gördüm. İkincisi de “taşralılık”. Ki bu kelime hiçbir zaman bende olumsuz şeyler çağrıştırmadı. Sanırım, “Türk aydını batının manevi ajanıdır”. Attila İlhan’ın lafıydı… İlla konjonktürcü olmayın demiyorum, hobi olarak gene olun. Mesela merak ediyorum, niçin milyon dolarlık transferler yapan futbol kulüplerini mütevazı olmaya çağıran bir kampanya başlatılmıyor konjonktürcüler tarafından? Eğlence hayatında hududu bilinmeyen israflar için, büyük sermayenin gücüne dikkat çekmiyor kimse de devletin güçlenmesinden rahatsız oluyorlar?

Türkiye, hem “ılımlı” İslamcılar hem de “radikal” İslamcılar için mümbit bir arazi olarak görülüyor. Türkiye’nin her ikisi olmamak için direnebilecek bir kimliği var mı gerçekten? Eğer varsa bile birçok koldan, özellikle bu iki kimliğe de ait olmayan, ilahiyatçılar eliyle “itinayla” tahrip ediliyor o kimlik. Belki de hem ılımlı İslamcılar hem de radikal İslamcılar için cazip bir yer olmamız kimliksizliğimizle ilgili daha çok. Yalçın Küçük, 1979 yılında “Ufukta İslam var” derken sanırım 2016 yılını kendine ‘ufuk’ olarak konumlandırmıştı.

Türkiye’deki irili ufaklı Müslüman grupları tek çatı altında bir araya toplayacak bir kongrenin acilen derdest edilmesi gerek, Sivas Kongresi gibi. En azından 1979’da zikredilen tespit havada kalmamalı, yeni yılda gündem bu olmalı. Romantik bir istirham olarak algılanabilir fakat Cumhurbaşkanı’nın belli aralıklarla Beştepe Külliyesi’nde muhtarları misafir etmesi örneği basit bir emsal teşkil edebilir.