Osmanlı padişahlarının 26’ncısı, Sultan III. Mustafa bir gün Laleli semtine yaptırdığı cami inşaatını denetlemeye gittiğinde şöhretini çok duyduğu Laleli Baba ile tanışıp sohbetinden istifade etmek ister.
Laleli Baba’ya, Padişah’ın kendisini ziyaret etmek istediği söylenir ve o da buyur eder. Padişah, Laleli Baba’nın sohbetinden gerçekten memnun kalır. İçinde, bu zatla daha sık görüşme arzusu uyanır. Ayrılacağı sırada, “Efendi hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?” diye sorar.
“Bu dünyada en değerli şey, yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacetini (tuvaletini) yapabilmektir.” der Laleli Baba da.
Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmaz. Böyle büyük bir zata böyle basit bir cevabı pek yakıştıramaz.
Padişahın kalben yaptığı bu itiraz Laleli Baba’ya malum olur. “Yakında görürüz, demek illâ bu sıkıntıyı yaşaman lazım…” anlamında tebessüm eder Laleli Baba.
Ertesi gün padişah, şiddetli bir kabızlığa yakalanır, bir türlü kurtulamaz.
Başta hekimbaşı olmak üzere herkes seferber olur, bilinen bütün ilaçları uygulanır, ancak fayda etmez. Padişah kıvranır da kıvranır. Düşünürken nihayet sebebini bulur. Bu hâlin, Laleli Baba’nın sözüne itirazdan dolayı başına geldiğini anlar. Derhal adamları ile Laleli Baba’nın yanına gider. Hata ettiğini söyler… Lâleli Baba, “Allah’ın nice nimetlerine sahip olduğumuz hâlde, alışkanlık sebebiyle bunların kıymetini bilmiyoruz.” der. Yiyip içtikten sonra ihtiyaç gidermenin büyük bir nimet olduğunu hatırlatır. Arkasından “Pekâlâ, rahatlaman karşılığında ne vereceksin?” der. Padişah, “Senin bölgende yaptırdığım camiyi, sana hibe edeceğim.” der.
“Yetmez!..” der Laleli Baba. Sultan Mustafa daha birçok şeyler sıralar… Şeyh, “Bunlar da yetmez!..” der. En sonunda, “Bu hâlden kurtulursun ama karşılığında saltanatı isterim, yoksa kendin bilirsin.” der.
Sancılar içinde kıvranan Padişah için başka çare yoktur. Bir an önce bu sıkıntıdan kurtulmak istiyordur, “Tamam, o da senin…” der.
Laleli Baba dua edip sırtını sıvazlar. “Haydi git, Allah’ın izniyle kurtulacaksın.” der.
Padişah gerçekten kurtulur fakat saltanat da elden gitmiştir, yani mazbatayı kaptırmıştır!..
Saltanatı/mazbatayı teslim etmek üzere maiyetiyle gelir.
Elbette Laleli Baba’nın maksadı saltanat değildir. Padişah da gerekli dersi almıştır.
Laleli Baba, Padişah’a, “Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize lazım değil. Bize caminin adı yeter.” der.
Ülkemizde malumunuz olduğu üzere yerel seçimler yapıldı. Seçimler yapıldı ama tartışması henüz bitmedi. Özellikle İstanbul’da ayyuka çıkan oy hırsızlığı ve organize seçim hilesi, tartışmaların bir türlü sonlanmamasına sebep oldu.
Normalde hırsızlıkla suçlanan ve bu da belli belgelerle ispat edilen kişi utanır, sıkılır ve köşesine çekilir. Ancak bu defa hırsız aynı zamanda arsız olduğundan olsa gerek, hırsızlıkla elde ettiği şeyin kendinin hakkı olduğunu söylüyor. Israrla da çalmış olabilirim ama sizin bundan şikâyetçi olmaya ve kanuni yollara başvurmaya hakkınız yok diyor.
Şöyle düşünün: 9 milyon var ortada… Bu para iki kişiye dağıtılmış. Ancak dağıtılırken birinin hakkı olan paradan birileri tırnakçılık yöntemiyle paranın bir kısmını alıp diğerinin payına eklemiş. Sizin hakkınızdan ne kadarı çalınıp diğerine eklenmiş bilmiyorsunuz ama sizin paranızın daha çok olması gerektiğinden eminsiniz. Fakat diğerinin hesabına sizden 29 bin lira daha çok para yazılmış. İtiraz ediyorsunuz benim param daha çok olmalıydı diye. 29 binden 16 binin sizin paranızdan çalındığı anlaşılıyor ve sizin hesaba geçiyor. Hırsızları suçüstü yapmışsınız yani… Ancak karşı taraf çok yüzsüz, hırsızlığının ortaya çıkmasının utancını hiç yaşamıyor da hâlâ size saldırıyor. Siz diyorsunuz ki “Hırsızlık yapan cezalandırılmalı, haksız kazancına el konulmalı!..” karşı taraf ise “Hırsızlıkla da olsa bu parayı ben kazandım, dokunamazsınız!..” diyor.
Şu anda geldiğimiz nokta burası…
Bakalım def-i hacetine hükmedemeyen ama bunun farkında olmayanlar, mazbatanın kendilerini rahatlatmadığını anladığında mazbatayla beraber neleri vermeye hazır olacaklar!..