İnsanoğlunun; kâinatla, tüm mahlûkatla ve bilhassa yaratılışında kendine bahşedilmiş kodlarla bağı koparılmaya devam ediyor.
Sadece bununla da kalmayıp, her insan tekinin hayat duruşunu belirleyeceği, sağlamlaştıracağı, beslendiği aidiyet kaynakları ile de bağları koptuğunda kendisi için düşünmekten vazgeçip kendisi için düşünülmüş olana gayri ihtiyari yahut zorunlu olarak tabi olmak kaçınılmaz oluyor.
Dini, tarihi, coğrafi ve kültürel birikimler, genetik ve ırki özelliklerle bağ koptuğunda ise insan özel olmaktan çıkarılıp genel içinde, herhangi bir eşya hükmünde konumlanmaya razı olmak zorunda bırakılıyor.
Tekrardan azade var edilmiş insanoğlunun özel değil, genel kabullerle hayatı idame ettirmesi toplumsal anomalileri ve ruhsal sendromları kaçınılmaz kılıyor.
İnsanın, istisna ve tekrardan muaf parmak izleri ancak suç delili, DNA ve RNA’sı denek modülü, diş yapısı maktul keşfi olarak kullanılmaktan öteye geçmeyen özellikleri yine somut, yine bilimin esareti altında eritilip pasifize edilerek hiçleştiriliyor.
Hikmetle, ibretle, kendi varlığı ile bağı koparılmış her insan teki, bağlardan yoksun biçimde hayatta salınırken, içinde bulunduğu toplum “bağımsız!” addediliyor!
İnsan, Vahy-i İlahi ile sunulmuş reçetelerle, dünyanın kışkırtıcı unsurlarına bağımlı olmadan, asli kaynakları ve öz kültürü ile kurduğu bağ nispetince mes’ud olacak kodlarla yaratılmış.
Fakat modern çağın somut bilim anlayışı ile icat ve keşifler “insana hizmet”, “insanlığın inkişafı” olarak adlandırılırken, imkanların çokluğuna rağmen insanlık günbegün çürüyor.
Bu minval üzere insanlık bir “bağsızlık” sendromuna tutulmuş gidiyor.
Görünürde, bağımsız olan pek çok ülke insanı; kendisi için düşünülmüş, buyurgan formüller, kurallar, icatlar ve keşiflerle yol kat ettiğinin henüz farkında değil! Farkında olan ise güç yetiremeyeceğine inanıyor.
Öyle değil! Güç yetirilecek en yakın merci kişinin kendisiyken güç yetirilemeyeceğine dair bir inanç tembelliğin, nemelazımcılığın adından başka bir şey değil!
Hayatın her alanına sirayet eden bu hikmetten, ibretten, asli kaynaklardan uzak ahval, insanlığın saadetini çalıyorken, her bir insan teki kendinden başlayarak orijinal kodlarla çözüm üretebilir.
Mesela o alanlardan biri, ki “toplumun en küçük birimi” olarak tanımlanan aile… Ailenin ne’liğinden, boşanma nedenlerinden, çocuk yetiştirmekten söz etmezden evvel, kadın ve erkekten müteşekkil ilk başlangıca dönmek gerekliliği en büyük ihmal.
Modern çağda değerlendirmelerin somut verilere dayandırılışından mülhem bir kabulle “karakter yapısı, huy şekillenişi, fıtri kodlar, görgü ve beslenilen kaynaklar göz ardı edilerek, zahire dayalı beğeniler esas alınarak yapılmış evliliklerin topluma yapı taşı olması nasıl beklenebilir?
Kadın ve erkek kendi varlığındaki esasları anlamadan, maddi ve somut kriterleri esas aldığında, ruhsal ve duygusal özelliklerinden vazgeçmenin bedeli nasıl hesaplamaz?
İş anlaşması, vitrin süsü, desinler dürtüsü ile yapılmış evliliklerin ömrünün uzun olmasını umut etmek hikmet gözetmemenin ezberinden kaynaklanıyor olmasın sakın!?
Kendi ruh haritasını çıkarmamış, bir gün uyanıverecek olan beklentilerini tespit etmemiş bireylerin bir ömürlük vaat ile nikâh akdine evet demeleri hayat şartları içinde kendilerine haksızlık etmeleridir.
Bu durumda, bireyler büyük emek ve hayallerle kurulmuş evliliklerini çekilmez hale getiriyorsa ve bir gün; bir adam yahut bir kadın uyanıp, herhangi bir sebeple izahsız kalışını sorgulayarak, “yanı başımdaki de kim?” diye soruyorsa bilelim ki yaratılış kodlarımızla bağ/sızlığın ceremesi çekiliyordur.